“Yaz Geldi” (Füruzan): Öykü İncelemesi

Yazar: Emrah Günok | Felsefeci

Füruzan’ın ilk öykü kitabı Parasız Yatılı 1971 yılında Bilgi Yayınevi tarafından basılır. Yoksulluk ve sınıfsal eşitsizlik atmosferiyle karakterize olunan bir toplumsallığın birey üzerindeki etkilerini çarpıcı bir şekilde göstermeyi başaran on iki öykü içinde “Yaz Geldi”, bir çocuğun bakış açısını yansıtıyor olması bakımından diğerlerinden ayrı durmaktadır.

Öykü, dokuz yaşındaki sahipsiz bir kız çocuğu ile annesi bir gece önce bir başka adamla kaçmış olan aynı yaşlardaki bir oğlanın İstanbul’un vapur iskelelerinden birindeki karşılaşmalarını konu alır. Hasta babaannesi ve ona bakan halası haricinde kimsesi olmayan kız, annenin gidişini takiben hırsını kendinden çıkaran babanın eline kalmış olan oğlandan daha iyi durumda değildir. Sahipsizliğin yarattığı şoku bir gün önce tatmak zorunda kalmış olan çocukla terk edilmişliğin acısını çoktandır çektiği anlaşılan kız arasındaki deneyim farkı aralarındaki ilişkiye bir kıdem farkı olarak yansır.

Diğerini biraz olsun neşelendirmek üzere ona beraber bayram yerine gitmeyi teklif edenin kız olması, acı konusunda daha deneyimli olanın ortamda inisiyatifi alabilen olduğunun bir göstergesidir. Ama olgunluk seviyeleri arasındaki bu farkın normal şartlar altında bir takım olaylara neden olması beklenebilecekken Füruzan, elimizdeki hikayeyi basit bir durum tasviri olmakla sınırlandıracaktır.

İçindekiler

Olaya Değil, Tasvire Dayalı Bir Öykü

Edebi bir form olarak öykü, her anlatı gibi farklı düzeylerden oluşur. Eylemlerin meydana getirdiği katmanı diyaloglardan, diyalogları ise betimlemelerden ayırmak, yapısalcı anlatı çözümlemesine kolları sıvamış olan hemen her düşünürün yaptığı ilk şeydir.

Gidip gelen vapurlar, vapurdan inen yolcuların devinimleri, iskeleye dair fiziksel tasvirler… Bunların hepsi elimizdeki kısa öyküde olay ve diyaloglardan ayırt edilmesi gereken betimleyici pasajlardır. Bu pasajlar boyunca sözün sahibi konumunda olan yazarın kendisidir; Tanrısal bakış açısından görmeye devam ettiği, içinde bir takım olay ve karşılaşmaların gerçekleşeceği ortamın temel özelliklerini okuyucuya aktarır. Bir örnek verecek olursak:

 “Bakımlı yapıdan çıkan ak giysili, kentin acemisi deniz erleri iskeleye yürüyorlardı. Yanlarından geçen kolları bilezikli bir iki kıza söz yetiştirmeye çalıştılar. Kızlar, onlar geçip gidince gülüverdiler.”

Erlerin kızlara laf atması aslında bir olay olsa da, yazar bunu tasvir edilecek peyzajın bir uzantısı, alışıldık bir parçası olarak görür. Bu laf atma sahnesinin başka bir olaya yol açmamış oluşu, onu akşam döndüklerinde evdekilere başlarına gelen bir şey olarak anlatmanın zevkini kızların kendilerine bırakmayı gerektirir.

Dolayısıyla olayların betimsel anlatı katmanının bir parçası haline gelebilmesi edebi metinler açısından alışılmadık bir durum değildir. Yukarıda alıntılanan kısa pasaj, yazarın gördüğü ama okuyucunun haberdar olmadığı bir durumu gündeme getirmektedir. Okuyucunun burada bir şeyler öğrenmesi, betimsel anlatı katmanının en az olay katmanı kadar bildirimsel olabileceğinin iyi bir kanıtı olarak değerlendirilebilir.

Elimizdeki öykünün iki ana kahramanı arasındaki karşılaşmayı olay katmanına havale etmektense durum tasviri düzeyinde ele almanın daha makul olacağını ileri sürmek mümkündür. Oğlanın bir duvar üzerinde oturup etrafı seyretmekte olan kızın yanına gitmesiyle başlayan diyalog, aralarında kurulan duygusal hiyerarşiye yön veren söz edimine dayalı bir olay olarak anlaşılabilir, buna hiç kuşku yoktur. Bu durumda onları o konuşmayı yapmaya iten nedenden ve yine bu konuşmanın doğurduğu sonuçtan bahsetme gerekliliği ortaya çıkar. Halbuki onlar birbirleriyle karşılaştıklarında bir çocuğun yapacağı ilk şeyi yapmış, birbirlerine kendilerine acı veren şeyi aktarmaya çalışmışlardır dilleri döndüğünce. Bu konuşmanın sonunda alınan karar ise abla konumuna gelmiş olanın erkek çocuğu biraz rahatlasın diye bayram yerine götürmesidir. Ama bu anlatının iç mantığı açısından, ne bu diyalogla neticelenen önceye ait bir stres birikiminden, ne de konuşma olayının yarattığı gerilimi yatıştıran bir bayram yeri ziyaretinden bahsedilebilir. Olaylar neden ve sonuçlara sahip olmaları değil, tasvir edilecek manzaraya malzeme sağlıyor olmaları bakımından öykünün konusu haline gelirler.

Oğlan, normalde kızın bakmakta olduğu kedinin tüylerine yapışmış olan pisliği sopayla çıkarmaya çalıştığında kız, bu müdahale sayesinde diğerinin konum kazanacağından endişe eder. İlginin odağı konumundaki kedinin durumunda bir iyileştirme yapmak, oğlanın yeni kurulan bu ilişki dahilindeki otoritesini arttırmasına yol açabilir ne de olsa. Bu tasviri yapan yazar olsa da, söz konusu heyecanları onları tanımlayamaksızın yaşayan çocukların kendileridir. Tasvir, çocuğun ruhunda gerçekleşen duygusal dalgalanmaya bağlı kalmakla yetinir, onu açıklamaya çalışmaz.

Dolayısıyla bu anlatı iki çocuk arasında geçen bir olayı nakletmektense, iki çocuk arasında kurulan ortalama bir ilişkinin aşağı yukarı bu dinamiklere yaslandığını terennüm etmekle sınırlı kalır. Çocuklar arasında tasvire konu olan ufak güç mücadelesi, ilginç bir sonla noktalanacak olan başka bazı olaylara yol açıyor değildir. Kızın oğlanın başından geçenleri dinleyip onu avutmak için küçük bir önlem aldığını göstermekle yetinir yazar.

Çocuğun dünyası aşağı yukarı bundan ibarettir. Çocuk dünyada olay çıkarma gücüne sahip olmamasıyla çocuktur.

Tasvirin Sıfır Noktası

Füruzan’ın tasvire dayalı olarak yazılmış olan bu öyküsünü aşağıda alıntıladığım cümlenin olduğu yerden ikiye katlanmış bir kağıt gibi düşünmek mümkündür:

“İki çocuk uzun süre oturdukları duvarda öyleceydiler” (italik bana ait).

“Öylece olmak” nedir? Aynı kalmak, olduğu gibi olmaya devam etmek, bıraktığımız yerde kalmak gibi anlamlara gelir bu ifade muhtemelen. Yazar yarattığı bir karşılaşma atmosferi üzerinden çocuğun dünyasına dair anlık bir izlenim aktarmakla yetinmiştir. İç gözlem yapacak ruhsal olgunluğa erişmemiş varlık olarak çocuk, başkasıyla girilen ilişkide ortamın yarattığı duygusal titreşimlere maruz kalıp bunlara kendince yanıt verebilse de, kendi üzerine düşünerek bir iç konuşma geliştirme, durumu kendi zaviyesinden analiz etme yeterliliğine sahip olmaktan uzaktır. Çocuğu fail olarak göstermektense, gerçekleşen olayı kendi üzerinde görünür kılan bir ortam öğesi olarak değerlendirmek yerinde olacaktır.

“Öylece olma”yı bir betimleme hamlesi olarak ortaya süren yazar, aynı şeyi öykünün sonunda da tekrarlar:

“Derli toplu olmak zorunda olan yoksul evleri eskiliklerine karşın kapı önlerindeki şaşırtıcı oyuncak eşikleriyle, çimenli sarmaşıklı duruyorlardı.”

Yani her şey nasılsa öyle olmaya devam ediyordu. Bu cümlenin yüklemi, “öylece olma”nın çocuklara bir şey yüklememiş olmasını taklit eden bir sözde yüklemdir. Yazar “Evlerin önünde çimenler uzanıyor, üstlerine sarmaşıklar dolanıyordu” dese, cümlenin öznesine bir özellik yüklemiş olmakla tasvire soyunmuş olacaktır. Ama evlerin çimeni ve sarmaşığıyla olduğu gibi durmaya devam ettiğini söylemek bir olay aktarmak şurada dursun, bir betimleme yapılıyor olduğu intibaını yaratmaktan bile uzaktır. Yukarıda ele aldığımız iki cümle, bu anlamıyla tasvirin sıfır noktası olarak adlandırılabilir.

Peki nedir burada yazarın yapmaya çalıştığı? Zannımca, nesneleri ve insanları kıpırtısızca, oldukları gibi olmaya devam etmeye yazgılı varlıklar olarak gündeme getirmenin yaratacağı ince sızıdan faydalanma yönündeki edebi hamledir burada söz konusu olan. Bir aktöre dönüşüp olay yaratmak bir yana, sahip olduğu özelliği veya içinde bulunduğu durumu bile üstlenebilmekten uzak olan varlıkların pasifliğini göz önüne sermek; bu ataletin okuyucuda bıraktığı kadere teslim olmuşluk izlenimini beslemektir aslolan.

“Öyleceydiler” yüklemi, öylece olanları bütünüyle maruz kalan varlıklar olarak gösterdiği gibi, betimlemeyi kaleme alan yazarı da bir anlamda felce uğratır. Kendini bu fiili kullanmak zorunda hisseden yazarın betimleyeceği malzeme karşısındaki aktif konumu kaybettiğini; kendisini de betimlemeye konu olacak ortam tarafından yutulmaya bıraktığını gözlemlemek icap eder.

İtalik Yazma Kararının Altında Yatan Olası Motivasyon

“Öyleceydiler” ile biten cümlenin içinde olduğu paragrafın sonrasında iki çocuğun bayram yerine varışını takiben Füruzan metni italik karakterlerle yazmaya başlar. Bunun nedeni nedir?

Bayram yerine kurulan salıncakların tasvir edildiği pasajdan bir alıntıyla başlamak iyi olabilir:

Sıraları gelip de karşılıklı bindiklerinde, salıncağa kolan vururken ağırbaşlılıkları en büyük hızı sağlama çabalarına eşti. Kızlar parlak pembe, cennet yeşili giyimlerinin üstüne en sıcak bayramlarda bile, nedense, mor ya da kırmızı bir hırka alırlardı. Hırkasız pek açık saçık görünecekleri kanısındaydılar. Kızarmış, utanç dolu yüzlerindeki bitmemiş çocuklukları serilirdi ortaya.

Artık betimlemeye konu olan karakterler çocuk değil, birbirine kur yapan genç kadın ve erkeklerdir. Erkekler normalde küçüklerin bindiği salıncaklar üzerinde hız gösterileri yapıp kızları etkilemeye çalışırken, diğerleri onlara sunmayı vadettikleri kadınlıklarını sıcağa rağmen kalın hırkalar altına saklarlar. Bu mahcubiyet, henüz bütünüyle sıyrılıp geride bırakamamış oldukları çocukluklarından kalma bir izdir olsa olsa.

Ergenlerin akıllarını başlarına toplamış, özbilinç kazanmış olmaları ölçüsünde yazarın kalemine de bir cüret havası hakim olmaya başlar. İtalik kullanımı, saf çocuğun bakış zaviyesini bir kenara bırakma hakkını kendinde bulan yazarın artık dünyayı bildiği gibi tasvir etme konusunda kendini daha özgür hissetmeye başladığını müjdeler. Küçük kızla oğlanı tasvir ederken onların henüz tam olarak tekamül etmemiş iç dünyasına girmekten imtina eden yazar, genç erkeklerle kadınlar arasındaki arzu akışının onların davranışlarına öyle ya da böyle yansıdığını; bu yansımanın da içsel bir süzgeçten geçmekle mümkün olduğunu sergilemekten kaçınmaz.

Bayram yerinin fiziksel atmosferini belirleyen bir başka örneğe bakalım şimdi:

Yukarılarda, derin bir yarın üstünde kentin bakımlı kesiminde büyük yapılar görünürdü. Bunlar özenli, sağlam, değişmezdiler. Geceleri uğultusu daha artardı oraların. Bu belki de erkenden uyuyan, günlerine çabuk başlamanın getirdiği zorunlukla ortadan çekilen aşağının sessizliğindendi.

Bu kısım, idareci kesimin büro ve ikametgahının yer aldığı üst mahalleyle çalışan kesimin oturmakta olduğu alt mahalle arasındaki sınıfsal farkı ortaya koymak için yazılmış, bu anlamıyla da yazarın toplumsal hassasiyetini dışavurmasına imkan veren betimsel bir pasaj olarak okunmalıdır. Yukarısı, sabah erken kalkması gerekmeyenlerin içine dalacağı gece hayatının başlangıcını imleyen bir uğultuyla vızıldarken, seher vakti kalkıp işe koyulması gerekenlerin doldurduğu aşağı mahalle tam bir sessizliğe gömülmüştür. Bu iki bölge arasındaki farkı böyle çarpıcı bir gözlem üzerinden dile getirme hakkını kendinde görebilmesi için yazarın iki çocuğu bir yana bırakması, yani kalemini kağıda italik bir şekilde sürmeye başlaması gerekmiştir.

İtalikten Normale Dönüş

İtalikten normal puntoya geçiş, italikle yazılmış pasajlar boyunca yazarın muhayyilesinde bir nevi uykuya dalan anlatı cininin çocukların varlığıyla nesnel bir hüviyete bürünen dış dünyaya dönüşünü, yani uykudan uyanışını ima eder.

Bekçilerin durumunu bu zorlaştırırdı. Onlarsa hiç kırağısı olmayan buranın yazlarına şaşarlardı. Uykusuz, cahil yüzlerindeki korkutucu bıyıklarıyla görevlerini yaparlardı.

Kız, alandaki bağlı kayık salıncakların dibine oturdu…”

Geçiş oldukça keskindir. Öykünün başında yanına aldığı iki çocuğu bayram yerinde bir kenara bırakıp düşüncelere dalan yazar, tefekkür halinde yaptığı yürüyüşten bir zaman sonra geri dönmüş, salıncağın dibinde bıraktığı kız çocuğuyla karşılaşınca bir anda kendine gelmiş gibidir.

Kızın cebinden çıkardığı bir kumaş parçasından ve çocukların kulağına çalınan yadırgatıcı kurbağa sesinden bahsetmeye başladığı anda yazar, sanki çocukları bir süreliğine ihmal etmiş olmasının kefaretini ödemenin derdine düşmüş gibidir. Şimdi yapılacak şey bakış açısındaki değişimi okuyucuya hissettirmek, çocukların sorumluluğunu tekrar üzerine aldığını göstererek ondan bir nevi özür dilemektir.

Ta ki yavaş yavaş geri çekilen bir kamera efektiyle ufaklıkları bir kez daha ve usulca kendi kaderlerine terk edeceği son noktaya dek…

İzlenimleri Birbirine Taşıtmak: İzlenimin İzlenimi

Öyküyü italik ve normal puntoyla yazılmış kısımlar arasında iki tasvir katmanına ayırmış olan yazar, izlenimin izlenimi olarak adlandıracağım bir buluş sayesinde bu ayrıma riayet etme yükümlülüğünden kurtulur. Söz konusu tabir, direkt algılanan bir izlenimin yine o izlenime bağlı olan bir başka izlenimin taşıyıcısı olmasını sağlamak anlamına gelir. Bir örnek verelim:

“Caddeden geçen yolcu dolu otobüs günün sıcağını olduğu gibi yüklenmişti.”

İtaliğe geçmeden hemen önce karşımıza çıkan bu cümle, caddeden geçen otobüsü tıka basa dolduran yolcuların bir resmini sunar. Dışarının sıcağı, otobüsün içine istiflenmiş herhangi bir yolcu açısından havasızlıkla da birleşip dayanılmaz bir hal alır. Dolayısıyla otobüs, bir anlamıyla havanın sıcaklığı ve bunaltıcılığını da taşıyormuş gibi düşünülür. Dar alanda birikmiş kalabalık görüntüsü, bedende hissedilen sıcaklığın ürettiği bunalma hissinin taşıyıcısı görevini görmeye başlar.

İkinci bir örneğe bakalım:

“Çocuklar önlerinde uzayan gölgeleriyle iyice yalnızdılar. Akşamsefalarının kokusu öylesine yoğunlaşmıştı ki, sıcak daha artıyordu gün geceye geçerken.”

“Öylece”likleri içinde kaderlerine terk edilmiş olan çocuklar, boşalmış bayram yerini bir zaman şenlendirmiş olan kalabalığın hayaleti sayesinde bir süreliğine de olsa kurtulurlar yalnızlıklarından. Ama onlar açısından bu geçici ferahlama anının mümkün olabilmesi için kalabalığın artık orada olmadığını tasvirleri ile hatırlatmaktan kendini alamayacak olan yazarın italikle yazılmış pasajlara yelken açıp ortadan çekilmesi gerekmiştir.

Buna mukabil, güneşin batıp da gecenin yavaş yavaş yüzünü göstermeye başladığı bir saatte yazar, çocukların yanına önlerinde gitgide uzamakta olan gölgelerini katar. Gölgesinden başka kimsesi olmayanların zavallılığı, gölge izleniminin yalnızlık izlenimini taşıması sayesinde serilir önümüze. Gölge yalnızlığın taşıyıcısı konumundadır.

Benzer şekilde akşam sefalarının yoğunlaşan kokusu, çiçekler üzerindeki suyu buharlaştıran sıcaklığın göstereni haline gelir. Çiçek kokusu izlenimi, sıcaklık izleniminin taşıyıcısı rolünü oynar bu pasajda.

Metnin başına dönüp buna benzer bir başka örnek ararsak, şu cümleyle karşılaşırız:

“Yürümelerindeki uyumsuzluk yoksulluklarını çoğaltıyordu.”

Uyum bir toplumsallık göstergesidir. Aynı anda aynı şekilde hareket edebilenler, toplum içinde yaşamaya alışık, sosyal bireylerdir. Bizim çocuklarınsa her şeyden önce çocuk olmaktan, diğer taraftansa geldikleri ailelerin muhtemelen yoksul ve içe kapalı kapalı oluşlarından dolayı yalnız oldukları düşünülebilir. Yanyana yürümeye başladıklarında adımlarını birbirlerine uyduramıyor oluşları, yoksulluk ve kimsesizliklerine ilişkin izlenimin taşıyıcısına dönüşmüş olur.

Yukarıda italikle yazılmış pasajlar içinden seçmiş olduğum pasajda ise kızlara kur yapmaya hazırlanan oğlanlar, ağırbaşlı bir tavırla salıncağı hazırlarlar. Daha sonra ulaşacakları hız ve buradan devşirecekleri heyecan dalgası karşı cinsi etkilemelerine yardımcı olacaktır. Salıncak gibi çocuksu bir nesneyi hazırlarken takınılan ağırbaşlı, olgun tavrın yarattığı çelişki hissi, aşkı salıncağa taşıtan güzel bir edebi hamle mahiyeti taşır.

İzlenimin izlenimi fikri, yazarı kendi koyduğu metin içi sınırın ötesine taşır.

Sonuç

Füruzan’ın “Yaz Geldi” öyküsünde, “Haraç” ya da “Parasız Yatılı” gibi öykülerde yaptığının neredeyse aynısını tekrarlayarak madunu gündeme getirir. Tek farkla ki, ilk öykünün kahramanları her şeyden önce çocuk olmaktan kaynaklanan bir sessizliğe teslim olmuşlarken, diğer iki öykünün yetişkin karakterlerinin sözünü gasp eden, sınıfsal farkın normalleşmesine zemin hazırlayan toplumsal formasyondur.

Aslına bakılacak olursa Füruzan, Parasız Yatılı’yı kat eden neredeyse bütün öykülerde norm haline getirilmiş kötülük karşısında bütünüyle silahsız kalmış olanların sessizliğini üstlenmenin yolunu arar. Onu bir yazar olarak büyütense, söz konusu sessizliğe ses vermeye çalışmaktan kaçınmış oluşudur.

Heidegger nasıl ki dünya içre şeylerden biri olmadığı için gösterilemez olan varlığı göstermek üzere yeni bir dil arama basiretini göstermiştir, Füruzan’ın da edebi dil makinesini dilsize dil, sessize ses vermek için alışıldık bir şekilde kullanmaktan imtina edişine dikkat etmek gerekir. Yazar madunu kendi mağduriyetini en sonunda dile getirmek için haykıran ve gerektiğinde de harekete geçebilen bir karakter olarak göstermiş olsa, bu onun popüler kültür kodlarına teslim olup başka bir yazınsal yol takip etmesini gerektirirdi. Füruzan bu öyküde açık, diğer öykülerinde daha bulanık bir şekilde gördüğümüz gibi karakterlerinin ellerinden özneliklerini alır. O, bir fail olma niteliğini neredeyse bütünüyle yitirmekte olduğu o son anda bunun belli belirsiz farkına varan yetişkinin; ya da bu öyküde olduğu gibi, onu olduğu kişiye dönüştürecek özneliğinin daha baştan gasp edilmiş olması karşısında neredeyse paralize olan çocuğun sessizliğini yaşatmaya çalışır okuyucuya.

Evet, Füruzan’ı gerçek bir edebiyat insanı haline getiren, en azından bu kitapta, sessizliği ona uygun olmayan bir araçla ele almaktan imtina etmesidir. Bu araç, şeyleri birinci anlamlar üzerinden direkt olarak kavrama iddiasında olan düz bir dil anlayışı ile öyküyü olay örgüsü üzerinde kurgulamaya teşne olan edebi yaklaşımdır.

Füruzan’ın “Yaz Geldi” öyküsünde olaylar durumların eğretilemesi olarak iş görürler; tıpkı kitabın diğer öykülerinde de olduğu gibi.

Yazar Hakkında:

Emrah Günok

Çileli bir öğrencilik döneminin ardından, 1999 yılında Hacettepe Üniversitesi Maden Muhendisliği bölümünden mezun oldum. Mezuniyeti takiben, 2000 yılında ODTÜ felsefe bölümüne kaydolup, bu bölümden yüksek lisans ve doktora diploması aldım. 2012, yardımcı doçent olarak atandığım Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nde göreve basladığım sene oldu. Burada 5 yıl kadar görev yapıp, 2016 yılinda imzaladığım barış bildirisi gerekçe gösterilerek işimden atıldım. Hali hazırda sokak felsefecisi olarak yaşıyor, diğer yandan da görevime döneceğim günü bekliyorum. Evliyim ve Elif Nazlı' nın babasıyım.

Paylaş

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir