Taş- Kağıt – Makas Ayfer Tunç’un basılan yedinci kitabı, dördüncü öykü kitabıdır ((Yapı Kredi Yayınları, 2003). İlk üç hikaye derlemenin 63 sayfasını kapsıyorken, kalan 100 sayfaya yayılan “Suzan Defter” bir uzun öykü olarak düşünülebilir. 2011’de ayrı olarak piyasaya çıkan bu anlatı, eseri basan Can Yayınları tarafından bu sefer roman olarak sınıflandırılır.
Kısa süreliğine biraraya gelip birbirini tanıma fırsatı bulan iki karakterin tuttuğu günlüklerin 16 Kasım ile 10 Aralık arasına tarihlenen izlenimleri karşılıklı olarak konumlandırıldıkları sayfalarda okunmayı bekler. Okuyucu isterse 64. Sayfadan başlayıp 162’ye kadar devam eden çift sayfalarda önce Ekmel Bey’i, daha sonra da 65-163 sayfalar arasını tek sayılar üzerinden takip ederek Derya’yı okuyabilir. Benim naçizane tavsiyem ise önce çift ve tek sayı dizisini sırayla kat edip, daha sonra sayfaları birer birer, yani iki günlüğü iç içe geçirerek ikinci bir kez okumaktır. Bu, bu iki insanın bilinç akışlarına aynı anda dahil olmak anlamına gelebilir, ki yazar büyük ihtimalle bunu talep etmektedir. Aksi takdirde, bu iki günlüğü iki ayrı bölüm olarak yazması çok daha makul olacaktır.
Kısa Bir Özet

Ekmel Bey emeklilik günlerini evde yazarak geçiren orta yaşlı bir adamdır. Çocukluğunun geçtiği evi satışa çıkardığı sırada kendisini Suzan olarak tanıtan bir alıcıyla tanışır. Oysaki evin yeni talibi kendini ev sahibine başka bir kimlik altında sunan Derya isimli kadındır. Ekmel Bey öykünün sonuna kadar bunun farkına varmaz, zaten varmasına da gerek yoktur.
Görüşmeler esnasında birbirini etkileyen bu iki insanın defterleri onların geçmişlerine, ailelerine, yaptıkları evliliklere ilişkin iç hesaplaşmalarla doludur. Bu iç hesaplaşmaların ortak teması ise Suzan’dır. Ekmel Bey Suzan’ı tanıma sürecinde olduğunu düşünürken, Derya da onun kimliğini üzerine alarak idolü konumundaki abisinin eski sevgilisi ve hayatında silimeyecek izler bırakmış olan bu kadını daha derinden anlamaya çalışır.
Bir İsim Ekonomisi Olarak “Suzan Defter”
Roland Barthes, ilk eseri Le degré zéro de l’écriture (Yazının Sıfır Derecesi) adlı eserine 1972 yılında dahil edilen “Proust et les noms” (“Proust ve Adlar”) adlı makalesinde Kayıp Zamanın İzinde’nin bütünüyle isimler, daha doğrusu özel isimler üzerine bina edilmiş bir roman olduğu tezini savunur. Bir yer adı olsun, ya da bir kişinin ya da ailenin adı, özel ismin görevi bahsi geçen varlığa bir öz atamaktır. Söz konusu özel ad adı olduğu varlığın özelliklerini içine alan bir zarf görevi görürken, eseri baştan başa kat eden hatırlama edimi bu zarfı açıp içindekileri ortaya dökme işlevine sahiptir. Proust’un özel isimleri merkezi konuma yerleştiren bu başyapıtının bir hatırlama anlatısı olarak değerlendirilmesi tam da bu nedenledir.[i]
Hatırlama edebi anlamıyla geçmişin tekil olaylarını bilince, yani şimdiye çağırma anlamına gelir. Dolayısıyla edebiyatın hatırlama üzerinden geçmişi anlatısallaştırdığını söylemek icap eder. Buna mukabil özel isimler, hatırlamaya konu olacak olayların hafızada tutulmalarını kolaylaştıran kısa yollar olarak iş görürler. Ne var ki, Ayfer Tunç’un bu uzun öyküsü ya da kısa romanında anlatı mantığını biçimlendiren özel isim ekonomisinin alameti farikası Proust’un romanının yazılma gerekçesinden biraz farklıdır.
Ayfer Tunç’un anlatısında saklı olan isim ekonomisini görünür kılan asıl metin Ekmel Bey’in tuttuğu günlüktür. Adam, hayatında yer kaplayan, kaplamış olan ya da onunla kısa bir temasa giren karakterleri kısaltmalarla, takma adlarla ya da gerçek adlarıyla anar. Bu, onun tanıdığı insanlara atfettiği farkındalığın derecesini ölçmeye yarayan bir ölçü aracı olarak okunabilir.
Ekmel Bey’in gençliğinde anne babasıyla oturdukları evi onlarla paylaşan dede, hayatını hiçbir şey konuşmadan pencere önünde oturarak geçirir. Kendisine su getiren geline teşekkür etmekten dahi aciz olan bu yaşlı adam, Ekmel Bey’in “dedem” ya da “büyükbabam” diye adlandırmaya değer bulmadığı; her bahsedişinde, onun nesnel konumuna göndermeyle “babamın babası” olarak isimlendirmeyi tercih ettiği bir figür görünümündedir. Evin ruhsal atmosferini psikolojik varlığıyla hiçbir şekilde beslemeyen, sadece fiziksel varlığı bakımından konu edilebilir olan pencere önü saksısı kıvamındaki varlıktır “babamın babası”. Ölmüş de saygıdan gömmemişler izlenimi verir.
İki abisi vardır Ekmel Bey’in; hayatları birer boşluktan ibaret olan, onun üzerinde neredeyse hiçbir etki bırakmamış iki abi. Bütün vaktini kahve köşelerinde kumar oynayarak geçiren büyük abi N. A’nın varoluşu büyükbabanınkinden farksızdır Ekmel Bey’in gözünde. Hiç evlenmemiş olan bu adamın evinde eşyalar egemenlik kurmuş, insanların bıraktığı boşluğu doldurmakta oldukları izlenimini verirler ana karaktere. Hayatı boyunca yaptığı bir Tolstoy alıntısı ve yarattığı mutsuzluk intibaı sayesinde Ekmel’Bey’e kendisini şanslı hissettirmekten başka geride bıraktığı bir iz ya da yarattığı bir etki yoktur büyük abinin. Küçük kardeş Z. A.’nın adı ise öldükten sonra büyüğün evinin kendisine ve küçük abisine kaldığını söylediğinde sadece bir defa geçer. Sürdükleri yaşamı anlamlı bir bütüne dönüştürüp hayatta herhangi bir fark yaratamayanların isimleri ancak birer kısaltma olarak anılır. Kızı doğduğu ilk günden itibaren onunla ilgili kayıtlar tutmaya başlayan eski karısının günlüğünde kendi adının geçmediğini görünce ne kadar var olabilmiş olduğuna ilişkin iç hesaplaşmaya giren Ekmel Bey, adının eski bir avukat olarak saçma sapan dava dosyalarından başka hiçbir yere yazılmamış olduğunu düşünerek hayıflanır. Abileri gibi adlandırılmayı hak edecek bir varoluşu olmadığını aklından geçirdiği bu noktada ise kendisinden “E. A.” diye bahsedecektir.
Elinde bir liste vardır Ekmel Bey’in, satışa çıkarttığı evi gün içinde görmeye gelecek olan olası müşterilerin isimleri ve randevu saatlerinden oluşan bir liste: “On dört Feryal”, “on beş otuz Ayşegül Hanım” gibi… Bu adlandırma, evi aslında satmaya niyeti olmayan Ekmel Bey’in ciddiyetsizliğini ve derdinin başka olduğunu açığa vuran ironik bir tavrı gizler arkasında. Gelenlerin bazılarına kapı hiç açılmaz; bazıları ise yanlarında getirdikleri adamların onları gözetleme deliğinden gören ev sahibine hoş görünmemiş olmasından dolayı geri dönmek zorunda kalırlar. “On beş otuz Ayşegül Hanım” yanında getirdiği stresli bıçkının göz doldurmamasından dolayı Ekmel Bey’in karşısına çıkıp Ayşegül Hanım’a dönüşme şansı bulamaz; kapıyı bir süre çalıp ayrılmak zorunda kalır.
Suzan’ın Adı Yeter
“On beş otuz Nedret Hanım”ın ilkokul sıralarına birlikte oturduğu tarçın kokulu bozacı kızı Nedret’le adaş olmaktan başka bir özelliği yoktur. Kadının saat üç buçukta kendi yerine gönderdiği “yarma” için kapının duvara dönüşmesi şaşırtmaz bizi. Ne kadar ne olduğunu bilmese de Ekmel Bey’in beklediği bir şey vardır bu insanlardan; belki de, genel olarak insanlardan.
Saat 17.00 için randevu talep eden kadına öğleden sonraları kendine ayırmak istediği için önce hayır demeyi düşünen Ekmel Bey, onun isminin Suzan olduğunu öğrenince yumuşar. Kadının ismini beğenmiş olmasıdır muhtemelen adamın kendisine koyduğu bu kuralı bir kereliğine bozmuş olmasının nedeni. İsimler sadece kısaltılmaları ve değiştirilmeleri anlamında değil, yaptıkları çağrışım ve verdikleri esin anlamında da bir ekonomiye; bu sefer bir duygu ekonomisine dahil olurlar.
Adam kadını önce çok güzel bulmaz. Soluk benzi ancak doğru ışık altında güzel görünebilirmiş izlenimi yaratır Ekmel Bey’de. Ama hayatın açtığı çizgilerle zenginleştiğini düşündüğü yüz ilgisini çeker ev sahibinin. Aslına bakılacak olursa adamın evini satmaya çalıştığı falan yoktur. O, defterlerine döşeyerek hesabını kesmeye çalıştığı hayatının hikayesini onlarınkiyle kıyaslayarak yerine oturtabileceği konuşmaya değecek insanlar aramaktadır.

Ekmel Bey kadının evin bahçesindeki manolya ağacını tanıyan ilk insan olduğunu yazar günlüğüne. Derya’nın paralel günlüğüne ise o ağacın manolya ağacı olduğunu kendisine söylenin Ekmel Bey olduğu notu düşülmüştür. Derya’nın söylediği doğruysa, adam kadının adının verdiği ilham ve ondan aldığı ilk intibaın müspet oluşu ölçüsünde ona belli bir duyarlılık yanında ince bir zevk yakıştırmış gibi düşünülebilir. Sadece Derya’nın asıl kimliğini ikame etmekle değil, adamda bıraktığı, olduğundan fazla görünmesini sağlayacak iyi intiba sayesinde de bir imaj olarak kalmaya devam eder Suzan Ayfer Tunç’un bu uzun öyküsü boyunca. Öyle ya, Suzan Derya’nın sergilediği ve Ekmel’in de seyrettiği tiyatro oyunun ana karakterinden başka bir şey değildir ne de olsa. Suzan bir isim olarak karşımızda arz-ı endam eder; Derya’yı ve Ekmel’i yakan hikayelerin ateşi olarak var olur bu anlatı evreninde.
Kubbealtı Lügati “Suzan” sözcüğünün anlamını Farsça sūhten (yanmak, yakmak) fillinden türetir ve yanan, yanıcı veya yakan, yakıcı olarak verir. Taş- Kağıt – Makas’ın ilk öyküsü olan “Kaybetme Korkusu”nun ana karakterinin adı da Süsen’dir. Nişanyan’ın sözlüğünde “süsen”in anlamı soğanlı bir bitki olarak zambaktır. Dolayısıyla Suzan sözcüğünün ikinci anlamı olan zambak Ayfer Tunç’u birbiriyle kırılganlıkları anlamında benzeşen bu iki karaktere birbirini çağrıştıran isimler vermeye sevk etmiş olabilir. Sonuç olarak Süsen, çok küçük yaşta kaybettiği annesinin açtığı şefkat boşluğunu doldurmak üzere önce babaya, sonra kocasına tutunmaya (kelimenin gerçek anlamıyla tutunmaya) çalışan aşırı hassas bir karakter olarak resmedilirken, Derya’nın abisine eşi menendi görülmemiş bir aşkla bağlı kalan Suzan da aynı sevgi hastalığından mustarip bir karakter olarak boy gösterir “Suzan Defter” öyküsünde.

Aşkın Kendisi Olarak Suzan
Ekmel Bey’in yazdıkları daha çok geçmişin hesabını bugüne bağlı kalarak kesmeye çalışırken, Derya’nın günlüğü dahilinde aktüel olandan ziyade geçmişin ağırlığını hissetmek söz konusudur. Derya için anne babanın bıraktığı duygusal boşluğu doldurarak onun gözünde bir idole dönüşmüş abi herkesin hayranlığını üzerinde toplayan yakışıklı, akıllı ve duyarlı bir solcudur. Sevgilisi Suzan, hapse düştüğü ve polisle köşe kapmaca oynadığı günlerde dahi onu yalnız bırakmayan adanmış aşık konumundadır.
Kaçak olduğu bir dönemde bir geceliğine arkadaşlarının evine sığınan abi orada sevgilisi Suzan’la buluşur. Onları uzun bir ayrılığın sonrasındaki bu ilk ve kısa görüşmelerinde dahi yalnız bırakmaz Derya. İkili yatağa girdiğinde o da üçüncü olarak onların yanındaki yerini alır. Hepsini örtecek kadar büyük olmayan yorganın ısıtamadığı bedenini abisinin göğsüne yaslayarak ısıtma yolunu tutar; Suzan’ı dışarıda bırakmak pahasına yapar bunu. Ama Suzan hakkına razı olur, sesini çıkartmaz. Derya’yı Suzan’da aşık kadını değil de aşkın kendisini görmeye sevk eden pek çok örnekten muhtemelen yalnızca birisidir bu.
Suzan bu anlamıyla ismini hak eder. Onun ağzından konuşan Derya hikayesini dinleyen Ekmel Bey’e sevgilisi onu bırakıp gittikten sonra bir kucak dolusu korla geride kaldığını, yanıp kül olduğunu söyler. Adamın gençliğini heba etmiş olabileceği yollu yorumunu ise aşkın yakıcı etkisine maruz kalmayan bir gençliğin hiçbir işe yaramayacağını; en azından yanarken gerçek manada var olmuş olduğu hissine kapıldığını ve bu anlamıyla da kendini şanslı saydığını belirtir. Tabi şunu akıldan çıkartmamak gerekir ki, bu yorum okuyucunun direkt olarak Suzan’ın kendisinden değil, onu canlandırmakta olan Derya’nın ağzından duyduğu bir yorumdur. Derya Suzan’ı, sevdiğini gerekirse ondan vazgeçebilecek ölçüde sevmeyi bilen karakter olarak görür.
Artık abisini kendisi kadar ve kendisi gibi sevebilen tek insanın Suzan olduğuna kanidir. Aşık kadının bencilliğinden mustarip olmadığını defaatle kanıtlamış olan Suzan, sevdiğini paylaşabilmesi ve gerekirse kendinden vazgeçebilmesi ölçüsünde aşkın ta kendisidir. Eski kocası Cihan’la evliliklerini yürütememiş olmasını abisinin kendisi üzerindeki etkisine bağlama eğiliminde olan Derya, aslında bu yorumu çok da doğru olmadığını daha sonra idrak edecektir. Onu eski eşinden ayrılmaya iten, daha ziyade, aşkın ta kendisiyle yüzleştikten sonra bu ideal varlığı doğal olarak ete kemiğe büründürmekte aciz kalmış olan genç kadının yaşadığı hayal kırıklığıdır muhtemelen. Suzan’ın yükselttiği çıtayı aşabilecek birine rastlamak neredeyse imkansızdır ne de olsa.
Suzan’dan ayrılıp yurtdışına giden, orada zengin olup döndükten sonra evlilik yapan abi Derya’nın hayranlık duyduğu adam değildir artık. Geçmişle hesaplaşmalarına vesile olan bir konuşma esnasında artık nostaljiye kapılmanın bir anlamı olmadığını, zira Suzan’ın o büyük aşkıyla ikisini ezip geçtiğini itiraf eder abi. Bu andan sonra abisinden intikam almaktan vazgeçer Derya, çünkü adamın söylediği şey doğrudur. Öykü boyunca kendisi olarak hiç sahneye çıkmayan Suzan’ın anlatının tek konusu olması, yazarın aşkın ideal varlığıyla bir hesaplaşmaya girmek uğruna bu öyküyü kaleme aldığının en güzel ispatıdır.
Aşk Üstüne mi, Yazmak Üstüne mi?
Ayfer Tunç’un öyküsü Derya ve Ekmel Bey’in defterlerine yazılanlar üzerine kurgulanmıştır. Suzan’ın sevdiği adamın arkasından doldurduğu, ondan sonra hayatına girenlerin ardından boş bıraktığı defterlerin varlığından ise Derya’nın kendi günlüğüne yazdıkları sayesinde haberdar oluruz. Ekmel Bey için yazmanın amacı yaşanmaya değer bir hayat sürüp sürmediğine karar vermek, Derya’nınki abisinin içine düştüğü ezici aşk ilişkisi üzerinden kendi üçüncü kişi rolünün değerlendirmesini yapmakken; Suzan’ın temel motivasyonu büyük ihtimal yaşamaya yetişemediği büyük aşkın düşünülemeden kalmış olan kısmını temize çekmek, zihninde berraklaştırmaya çalışmaktır.
Sonunda öykünün bıraktığı duygusal tortu aşk iken, okuyucunun zihnine yer eden görsel imaj yazılarla dolu defterlerdir muhtemelen. Ayfer Tunç’un bir anlamıyla sonsuzlaşma potansiyeli taşıyan ideal bir aşkın mensur şiirine kolları sıvamışken, diğer yandan da yazma eyleminin gerekçeleri üzerine tefekküre daldığını düşünmek gerekir.
Dolayısıyla bu uzun öyküyü hayatın yetişemediği sonsuz aşka yazıyla uzanmaya çalışma hamlesi olarak değerlendirmek yerinde olacak gibidir. Yazı aşkın bakiyesi, aşk ise yazıyı üreten derin tefekkürün başlıca hedefidir. Karakterlerin üçü de hayat deneyimlerini bir bütün olarak kağıda geçirmek suretiyle kendilerine bir isim ararlar. Yazının çeperine süpürülmüş karakterlerin hayatları tam olarak yaşanmamış kabul edilebilirken, onların bazılarının isimlerinin kısaltma olmaktan öteye geçmemesi, ya da basit ve geçici bir lakap kıvamına getirilmesi boşuna değildir. Sadece dolu bir hayat yaşayan, bu dolulukla da yetinmeyip onu yazıyla daha da doldurmaya uğraşanlardır isimlerini hak etmiş gibi düşünülebilecek olanlar.
Suzan ise bu söylediğimizin istisnasıdır. Onun yazdıklarının içerik olarak öyküye dahil edilmemiş olması boşuna değildir. Zira Suzan yazının ulaşmaya çalıştığı ideal limitte duran Platonik aşkın ta kendisidir; Suzan yazmaz, yazılır.
Suzan’ın defteri değil, “Suzan Defter”.
“Suzan Defter” yanan defter demektir. Orada ne yazdığı değil, Ekmel Bey ve Derya’ya ne yazdırdığıdır önemli olan. Derya kendini Ekmel Bey’e Suzan olarak tanıttığında Suzan’ın kimliğini bu sefer kendi bedenine yazar.
Suzan Defter Ekmel Bey ve Derya’nın defterlerinin tek konusudur. Suzan Defter’i tefekkür ederek bu iki karakterin yapmaya çalıştıkları şey ise kendi adlarını yazmayı öğrenmektir.
[i] Roland Barthes, “Proust et les noms”, Le degré zéro de l’écriture içinde, Editions de Seuil, 1972, s. 122.
2 Responses
Bence Ayfer Tunç bile kendi eserini, sizin yazdığınız bu zemine oturtmakta bu denli ustalık gösteremizdi. Kaleminize ve varlığınıza minnetle Sayın Hocam 🙏
Benimkisi sadece bir yaklaşım biçimiydi, bir yorum. Metnin bin tane girişi vardı, ben birini tercih ettim, o kadar. Ama yine de hiçbir eleştirmen yazarın kendisiyle aşık atamaz. Yaratıcı odur, bu gerçeği hiçbir şey değiştiremez. Yine de çok teşekkür ederim bu güzel yorumun için, var ol 🙂