Merhaba Dünya – Being There (1979): Kitap ve Film İncelemesi

Yazar: Emrah Günok | Felsefeci

Polonya asıllı Amerikalı yazar Jerzy Kosinski’nin İngilizce yazıp 1971 yılında yayınlattığı Being There isimli bu roman, 1979 yılında Hal Ashby tarafından filme çekilir. Oyunculuk yapmadığı zamanlarda kendini romanın ana karakteri kadar içi boşalmış bir insan olarak tanımlayan Peter Sellers’ın ölmeden önce canlandırdığı sondan birinci karakter olan Chance, Dostoyevski’nin Budalasını andırıyor olmakla edebiyat ve sinema tarihinde hak ettiği yere kavuşur.

İçindekiler

Mutlak Yalıtılmışlığın Kurbanı Olarak Chance

Amerika’nın başkentindeki lüks bir evin sahibi ansızın ölür. Hikaye boyunca adı anılmayacak ve kendisinden İhtiyar (“Old Man”) diye bahsedilecek olan merhum, geride bir grup hizmetçi ve bir bahçıvan bırakır. Chance isimli genç adamın tek görevi malikanenin bahçesiyle ilgilenmekken, hayatta sahip olduğu tek zevk ihtiyarın zamanında kendisine verdiği televizyonu izlemektir.

Vefatı takiben devir işlemlerini gerçekleştirmek üzere evi ziyaret eden avukatlar, Chance’ın resmi olarak herhangi bir kayda sahip olmadığını görüp şaşırırlar. Genç bahçıvanın ne kimlik kartı vardır, ne bir banka hesabı, ne de kredi kartı. Roger Egbert’in büyük bir isabetle belirtmiş olduğu üzere Chance, muhtemelen ihtiyarın gençliğinde hizmetçilerinden biriyle girmiş olduğu evlilik dışı ilişkinin yasak meyvesidir. Evin içinde saklanmış, basit bir iş ve bağımlı kılındığı televizyon sayesinde insan içine çıkmasının engellenmiş olması, büyük ihtimalle, onun gayrimeşru bir çocuk olmasından dolayıdır.

Hayatı boyunca okula gitmemiş, hiçbir eğitim almamış olan yarım akıllı kahraman, sokağa adımını attığı andan itibaren kendisini bekleyen parlak bir geleceğe doğru yelken açmış olur. Chance, ihtiyarın şık kıyafetlerini giyip de elinde birkaç parça ıvır zıvırını doldurduğu bavuluyla sokakları arşınlamaya başladığında, karşılaştığı nesneler ve insanların televizyon ekranı üzerinde izlemeye alışkın olduğu imajlardan farklı bir ontolojik statüde olduklarını henüz ayrımsamış değildir. Karşısına çıkan çete lideri kendisine bıçak çektiğinde cebinden çıkarttığı uzaktan kumanda ile kanal değiştirmeye çalışması, normal insanların ikamet ettikleri dünyadan başka bir dünyaya ait olduğunu düşündürür. Aslına bakılacak olursa, kitap ve film boyunca uyaranlar ne kadar farklılaşırsa farklılaşsın, aynı tepkiyi vermeye devam edecektir.

Mükemmel Bir Başlık ve Felsefi Bir Kavram Olarak “Being There”

Kitabın ve filmin başlığı, 20. yüzyılın en büyük filozoflarından Heidegger’in insanı tanımlamak için kullandığı Dasein kavramını çağrıştırır. Almancada “Da-” orada, “Sein” ise olma(k) anlamına gelir. Sözcük gündelik kullanımda herhangi bir şeyin varlığını ifade etse de (örneğin, “Dasein des Gottes” “Tanrının varlığı” demektir), Heidegger’in onu sadece insan varoluşu anlamında kullanması sözcüğe felsefi bir kıvam kazandırır.

Being-there, yani orada-olmak sözcüğünün, Edibe Sözen’in yorumladığı gibi “doğru zamanda doğru yerde olmak” anlamına gelme olasılığı elbette ki vardır. Alan Edwards tarafından kaleme alınan I Was There isimli kitap, yazarın Prince, Amy Winehouse, Rolling Stones ve Robie Williams gibi müzik dünyasının önde gelen figürlerine halkla ilişkiler danışmanlığı yaptığı zamanlarda biriktirdiği anılarını içerir. Bu örnek “being there” ifadesinin tarihsel olaya tanıklık etmek üzere doğru zamanda doğru yerde bulunmak anlamına geldiğini gösteren iyi bir örnektir.

Heidegger’in büyük eseri Sein un Zeit (Varlık ve Zaman) her insanın muayyen bir tarihsel-toplumsal dünyaya fırlatıldığını; yani doğumun kişiye şans eseri verilmiş bir başlangıç noktası olduğunu hatırlatır. Bu anlamıyla insan için varoluş yer kaplama, zamanda süreklilik kazanma; kısacası, mevcut olma anlamına gelmekten çok, yerine getirilmesi gereken bir ödev, bir yükümlülük olarak kullanılır. Daha sonra Albert Camus’nün de vurgulayacağı üzere insan, kendisine bahşedilmiş olan varoluşu gerçekleştirmek ve kendisinin kılma sorumluluğuyla yükümlenmiş olan varlıktır. Başka hayvanlardan kendine borçlu oluşu ile ayrılan insan için özgürlük ve sorumluluk tam olarak aynı şeydir.

Dilsel becerileri gelişip de aklını başına toplamaya başlayan insan içine doğduğu toplumda her şeyi herkesin yaptığı gibi yaparak ömrünü tamamlarsa kendi varoluşunu sahipsiz bırakmış, bir kimliğe kavuşamamış olur. Film boyunca TV ekranında gördüğü insanların yaptıklarını taklit ederek varoluşunu devam ettiren Chance, modern toplumu karakterize eden ortalama insanın gayrisahih varoluşunu paylaşıyor olmaktan öteye geçemez. Bu, başlangıçta olası baba tarafından sahipsiz bırakılmış olan Chance’ın Chauncey Gardiner olduktan sonra da kendi varlığını sahiplenmek konusunda hiçbir atılım yapmamış oluşuyla vurgulanmış olur.

Ne var ki, kıt akıllı ve libidodan yoksun bir varlık olarak Chance’ın Dasein olarak nitelendirilmesini engelleyecek çok önemli bir eksiklikten mustarip olduğunu da hatırlamak gerekir. Doğum belgesi, ikametgahı, maaş bordrosu ve herhangi bir sağlık kurumunda kaydı bulunmayan bu karakter, aslına bakılacak olursa, bir “hiç kimse” konumundadır. Murat Gülsoy’un “hayvanlar tarafından büyütülmüş vahşi çocuğa” benzettiği Chance dünyaya boş bir levha olarak gelmiş, bu boş levha üzerine de hatırı sayılır bir süre boyunca hiçbir şey yazılmamıştır. Ne var ki kahramanımız, ihtiyarın ölümünden sonra yaşayacağı karşılaşmaların etkisiyle yeni başkan yardımcısı adayı olarak gösterileceği bir konuma gelecektir. Doğumundan önce ona kazık atmış olan şans, şimdi gönlünü almak istercesine onun yüzüne gülmeye karar vermiştir.

Yapay Zeka Görünümlü Bir Adam: Chauncey Gardiner

İhtiyarın evini terk edip de toplumsallığın kucağına yelken açan kahraman, o anda bir maceranın kollarına atılmakta olduğunu dahi idrak etmiş değildir. O güne kadar kendisini besleyip büyüten evin hizmetçisi Louise’den başka kimseyi görmemiş bir bebektir zira; toplumsal bilinci gelişmemiştir. Yasa, ödev, ödül, ceza ve yasak; kısacası norm bilincinden yoksun bitkisel bir varlık haline gelmiş olması daha sonra ona çok şey kazandıracaktır.

Algoritması seyrettiği televizyon programları tarafından yazılan bir yapay zekaya benzettiği Chance için Roger Ebert, bir başka yazısında da Thoreau yakıştırmasını uygun görür. Bu analoji uyarınca Chance (ki, artık Chaucey Gardiner olmuştur), Amerikan başkanının yakın çevresi içinde boy gösteren ve başkanın en yakınındaki güçlü iş adamlarından biri olan Benjamin Rand’ın evinde ikamet etmekte olan doğal ve basit bir bilge, bir filozof görünümündedir. Onu bu görünümü kazandıracak olanlar ise televizyon tarafından biçimlendirilmiş olan kitle kültürü içinde iyi bir yer kapmak için yarışmakta olan, siyasi ihtiraslara sahip figürlerin meydana getirdiği içtenliksiz bir topluluktur.

Melis Bayram’ın isabetle tespit ettiği üzere, ego sahibi normal bir birey olmakla toplumun diğer fertleri tarafından beğenilip kabul görmeyi arzulamak arasında sıkı bir bağ vardır. Doymak için yemekten ve sudan başka hiçbir şey aramamış; toplum dışı olduğu için hiçbir surette onay, beğenilme, takdir ve hayran olunma arayışına girmemiş olan Chance gibi bir kişinin egodan, yani benlik bilincinden azade salt bir mevcudiyet olarak algılanması kaçınılmazdır.

Bahçecilikten başka hiçbir şey yapmamış olan, okuma yazma bilmeyen ve dünyayı saçma sapan televizyon programlarından başka hiçbir yerde deneyimleme şansına kavuşamamış olan kahramanımız, kendisine hafifçe çarpan arabanın içinde ülkenin önde gelen iş adamı Benjamin Rand’ın karısı olması sayesinde önemli bir çevreye takdim edilme fırsatını yakalar. Eve Rand tıbbi bakımının yapılması için onu ölmekte olan kocasının bakımını sağlamak üzere hastaneye dönüştürülmüş olan evlerine götürür.

Ülkenin içinde bulunduğu ekonomik açmazlara ilişkin kendisine sorulan soruları basitçe bir bahçenin mevsimsel döngüye bağlı olarak ne zaman ürün verdiğini söyleyerek yanıtlar Chance. Gökhan Gök’ün ifadesiyle, az ve öz konuşuyor olduğu intibaı yaratan bu basit bahçıvanın söylediklerini ilk anlamıyla almak diğerleri için imkansızdır. Körler sağırlar birbirini ağırlar diye tabir edeceğimiz uzun diyaloglar boyunca Chance’ın her yerde tekrarladığı bu bahçecilik söylemine bir metafor gözüyle bakılır. Herkes onun söylediklerinden kendi istediğini anlarken, Chance toplumu kendisine gösteren bir ayna işlevi görür.

Anıl Meydan, sosyal zekasının olmayışından dolayı basit konuşan, bu anlamıyla da uzlaşmacı olduğu izlenimi veren Chance’ın, kim olduğuna dair herhangi bir kayda rastlanmadığında dahi güvenilmez bir kişi olarak damgalanmadığını hatırlatır. Kaydı olmamak, bilakis, onu daha sonra ifşa edilebilecek kirli bir geçmişin yaratabileceği infialden koruyacağı için, eski bahçıvanın yeni başkan yardımcısı adayı olarak önerilmesinin yolunu açar.

Chance, Chauncey Gardiner’a dönüştüğü zaman diliminde dahi hiçbir şekilde olmadığı bir insanın kopyası, etrafında kümelenmiş seçkinler topluluğunun basit bir fantezisi olarak kalır.

Ölüm ve Cinsellik

Chance, dünyaya merhaba deyip de artık “orada” (Being There başlığının Orada Olmak anlamına geldiğini bir kere daha hatırlayalım) olmaya başladığı andan itibaren hayatını kendisini çevreleyen insanların hayal gücünden taşan bir imaj olarak geçirmeye başlar. Aslında hepimiz, toplumun onayını almak için kendimizi onun beğeneceği kıvama getirmeye çalışmakla bu basit bahçıvanın varoluşundan pay almaktayızdır. Bir şartla ki, sosyalleşmenin büyük ölçüde kendini toplum içinde kaybetmek anlamına geldiği bu varoluş kurgusu, insana söz konusu kaybı telafi edecek açık bir kapı bırakmaya devam eder.

“Kaderi paylaşmak” demişken, aslında Chance’ın kaderin açtığı yola girmiş olduğunu söylemek de mümkün değildir. Normal insandan farklı olarak o, ölüm bilincine sahip olmadığı için kendisi için hazırlanmış bir ömürlük yaşam sahnesinin aktörü haline gelebilmekten uzak, basit bir dekor öğesi konumundadır. Ona normal bir birey muamelesi yapan ise çevresindeki düşüncesiz kalabalıktan başkası değildir.

Heidegger’in tabiriyle ölüme doğru yürüdüğünün bilincinde olan insan yaşamını seçimler yaparak ve büyük ölçüde pişman olarak geçirir. Başkasının ölümü karşısında aldığı tavır her ne kadar mukadder sonun derin anlamını gizlemeye dayalı olan bir retorikle şekillenmiş olsa da, kişioğlu hayatının belli anlarında onu başkalarının yargılarını bütünüyle bir kenara bırakmaya sevk eden belli deneyimlerle sınanmaz da değildir. Ölümün başkasına devredilemez, mutlak anlamıyla tek başına yüzleşilmesi gereken mutlak son olduğu gerçeği, insanı bireysel yaşamının da aynı sorumluluk duygusu ve aynı ciddiyetle karşılanması gereken bir ödev olduğu bilinciyle aydınlatır.

Ama bu tip bir aydınlanmanın Chance için de bir ihtimal olduğunu söylemek zordur, zira bu zavallı cahil, ihtiyarın vefatında dahi onu ölüm gerçekliği karşısında mutlak bir duyarsızlık sergiler. Bu anlamıyla, Benjamin Rand’ın ölümü karşısında Chance’ı, romandan farklı olarak, kızarmış gözlerle gösteren filmin yanlış bir yöne gitmiş olduğunu düşünmek mümkündür.

Ölümün farkında olmamak Chance’ı toplumdışı kılan en önemli unsurken, toplumsallık güdüsünün zayıf kalmasına neden olan bir başka unsursa libidosu gelişmemiş bir çocuk olarak kalmış olmasıdır. Rousseau’nun ergenlik çağına yaklaşmış olan Emile ile ilgili olarak düşündüğü şey doğruysa, çocuğu toplumsal bir bireye dönüştürecek olan şey de karşı cinse duyacağı ilgidir. Genç insan kendini toplum nezdinde kabul görür kıvama getirmeden önce, bunun provasını karşı cinsin beğenisini çekmek üzere kendini daha albenili hale getirmeye çalışmakla yapar.

Bu söylenenler ne yazık ki Chance için geçerli olmaktan uzaktır. Katıldığı televizyon programında ekonominin kötü gidişatıyla ilgili olarak kendisine sorulan soruyu Başkan ve Benjamin Rand’a anlattığı aynı bahçe hikayesiyle yanıtlayan Chance insanlardan büyük bir alkış alır. Bu alkış onun için vehmedilen kimliği perçinleyecek, Eve’in ona iyice aşık olmasına yol açacaktır. Her zamanki gibi odasında televizyon izlemekte olan adamın odasına süzülen genç kadının cinsel ilişki talebi anlaşılmadan kalacak; ama o, bu denli güçlü bir duygunun etkisi altındayken bile Chance’a diğerlerinin tanıdığı kredinin aynısını açacaktır. Reddedilmiş olmak Eve’i öfkelendirmek şöyle dursun, onu kendine mukayyet olabilen güçlü bir erkekle karşı karşıya olduğuna dair boş bir inançla dolduracaktır.

Toplumda bireyleri aynı anlayış zemini üzerinde buluşturan ve Rüveyda Şendoğan tarafından “arka plan beklentisi” olarak tabir edilen ölüm bilinci ve cinsel itki gibi iki varoluşsal karakteristikten yoksun olan Chance’ın yetersiz bir toplumsal performans kaydettiğini söylemek dahi zordur. Zira o, bedenini toplum içine sokarken aklı, deneyimleri ve ahlaki bütünlüğüyle tam bir birey olduğu zannını yaratmakla kalmış, o bunun farkında bile olmamıştır.

Sonuç

Türkiye sinemalarında gösterime girerken aldığı adla Merhaba Dünya, Kosinski’nin romanına uygun görülen Türkçe başlıkla Bir Yerde’nin ana karakeri, hiç kuşku yok ki Chance’dir. Ne var ki, söz konusu anlatının bu karakter hakkında olması, Chance’ın bu eser dahilinde hiçbir surette aktör ya da fail olduğunu kanıtlamaz.

Anlatı formu, Aristoteles’in bir zaman belirtmiş olduğu gibi, tekil bir karakter tarafından ifa edilen eylemlerin birliğine karşılık geliyorsa, Chance’ı maruz kaldığı eylemlerin toplanma odağı olarak ele alan bu eser sağ gösterip sol vurmuş gibi düşünülebilir. Zira Being There kahramanı kitle tüketim toplumu olan bir eserdir ve kitle kültürü etkisiyle aklını kaybeden böyle bir topluma ayna tutacak tek kaynak da Chance gibi bir budala olacaktır.

Yazar Hakkında:

Emrah Günok

Çileli bir öğrencilik döneminin ardından, 1999 yılında Hacettepe Üniversitesi Maden Muhendisliği bölümünden mezun oldum. Mezuniyeti takiben, 2000 yılında ODTÜ felsefe bölümüne kaydolup, bu bölümden yüksek lisans ve doktora diploması aldım. 2012, yardımcı doçent olarak atandığım Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nde göreve basladığım sene oldu. Burada 5 yıl kadar görev yapıp, 2016 yılinda imzaladığım barış bildirisi gerekçe gösterilerek işimden atıldım. Hali hazırda sokak felsefecisi olarak yaşıyor, diğer yandan da görevime döneceğim günü bekliyorum. Evliyim ve Elif Nazlı' nın babasıyım.

Paylaş

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir