2. Dünya Savaşı sonrası İngilteresi’nde Darlington Malikanesi Amerikalı yeni sahibi Mr. Lewis’in yönetimi altında sıradan bir gün geçirmektedir. Lewis, malikanenin 20’li yıllardan beri kahyası konumundaki Mr. Stevens’a ülkeyi dolaşması için bir haftalık izin verir. Roman, yolculuk boyunca kahyanın hatırladıklarını gündeme getirirken, yolculuğun sonunda aynı malikanenin bir zamanlar müdireliğini yapmış olan Bayan Kenton’la buluşmasını konu ederek sona erer.
1989 yılında Kazuo Ishiguro imzasıyla yayınlanan roman, 1993 yılında James Ivory tarafından filme çekilir. Roman Booker Ödülü’ne layık görülürken, film de 8 dalda Akademi ödüllerine aday gösterilir.
Güvenilmez Anlatıcının Anlatısı ve Psikolojik Gerçekliği
Hikaye yirmili yıllar ve iki savaş arası döneme flashbackler yaparken, üçüncü bir zaman boyutu olarak günceli konu alır. Hikayenin şimdiki zamanında gerçekleşen araba yolculuğunu tetikleyen şey, Stevens’ın Bayan Kenton’dan yıllar sonra aldığı mektuptur. Evlenip kocasıyla birlikte Cornwall’da yaşamak üzere malikanedeki işini bırakan eski müdire boşanmanın eşiğine geldiğini yazmakta, eski işine dönmek istediğini ima etmektedir.
Onunla buluşmak üzere Oxfordshire’dan Cornwall’a doğru harekete geçen kahya, yol boyunca Bayan Kenton’la birlikte çalıştıkları günleri hatırlar. Kadının adama karşı ilgisinin çok da karşılıksız olmadığını fark etmemizi sağlayan bir anılar geçidi boyunca Stevens’ın değişik bir tip olduğunu idrak ederiz. “Mükemmel kahya” rolünü oynayabilmek adına kendi benliğinden vazgeçmiş görünen baş kahramanın olayları nakleden anlatıcı konumunda olması romana ve filme özgünlüğünü kazandıran en önemli unsur konumundadır.
Giriş, gelişme ve sonuçtan müteşekkil klasik anlatı kalıbına uymayan bu anlatıyla ilgili olarak okuyucularından “burada hiçbir şey olmuyor, çok sıkıcı” yollu şikayetler duyan Roger Ebert onlara verdiği yanıtta, eğer olayörgüsü dahilinde değil de romanda neler olup bittiğini fark etmiş olsalar, eseri sıkıcı bulmalarının imkansız olduğunu söylemiştir. Gerçekten de roman, geçip gitmiş bir hayat boyunca karşılaşılan mutluluk ihtimallerinin ıskalandığını ihsas ettiren bir iç hesaplaşma sürecini gündeme getirmekle yetinir görünmektedir. Ama bu görüntü eldeki romana özgünlüğünü veren temel niteliğe hakkını verebilmekten uzaktır.
Bu noktada kendisi de Japon asıllı bir İngiliz olan Max Liu’nun hayatla böyle bir hesaplaşmanın bütünüyle pişmanlık dolu bir düşünüm sürecine karşılık gelemeyeceği yönündeki mülahazasını hatırlamak faydalı olabilir. Kendisine ilgi duyduğu kadın meslektaşının aşkını görev uğruna görmezden gelmek ve onu en sonunda bir başkasına kaptıracak kadar profesyonel yaşamına adanmış olmak, hiç kuşku yok ki, insanın kendine karşı sergilediği samimiyetsizliğin bir işareti olarak algılanır. Güvenilmez bir anlatıcı olarak tüm o süreci bize nakleden Stevens, nasıl olup da bir iç hesaplaşma yaşarken dahi profesyonel olarak üstlenmiş olduğu rolü her şeyden üstün tuttuğunda ısrar etmeyi başarır? İnsan bir iç konuşmayı devam ettirirken dahi toplumsal rolünün arkasında saklı kalmış olan gerçek benliğini baskılamaya hangi saiklerle devam edebilir?
Roman, anlatıcının söylemine sirayet etmiş bulunan ve onun anlattıklarının inandırıcı bulunmadığından şüphelendiğini gösteren “Ama şunu açıklama ihtiyacı da hissetmiyor değilim” ve “Şunu bir an önce açık hale getirmek isterim” gibi ifadelerle doludur. Stevens’ın gerçekte hissettikleriyle bize ve kendine söyledikleri arasındaki farkı ölçüp tartmak, bu gibi ifadelerin kullanıldığı yere dikkat kesilmesi beklenen okuyucuya bırakılmıştır. Geçmişte yaşananların betimlemesini tanrısal konumdaki yazarın ağzından alıp onları yaşayanın sözel tanıklığına ve değerlendirmesine bırakan romanın alamet-i farikası, aslında ne olmuş olduğunu okuyucuya bildirmemekle gizemini sonuna kadar korumuş olmasındadır. Roman kadar film de hayatın bir yanıt olmaktan çok soru olduğunu hatırlatmakla yetinir; eldeki hikayeye doyurucu bir son yazmak nihayetinde okuyucunun işidir.
Siyasi Atmosfer ve Centilmenlik Ahlakı
“İdeal kahya” rolünü oynamak, güçlü İngiltere idealinin başat sembollerinden birini hayata geçirmektir. Bu rol, rolün gereklerini yerine getirirken toplum içinde kişisel ihtiyaçlarını ve zayıflıklarını hiçbir biçimde dışa vurmamanı gerektirir.
Tıpkı Stevens gibi hayatını kendi toplumsal rolünü oynamaya adamış olan Lord Darlington, eski moda bir İngiliz centilmen olarak siyasi nüfuzunu kullanır ve Birinci Dünya Savaşı sonrası tesis edilmek istenen dünya barışına katkı verebilmek adına malikanesinde uluslararası bir toplantı tertip eder. Lord, bunun için, Amerikalı ve Fransız delegeleri Versaille antlaşmasının mağlup Almanlar üzerine yıkmış olduğu yükümlülükleri hafifletmek konusunda karar almaya davet eder. Nazilere verdiği tavizlerle İkinci Dünya Savaşı’nı hazırlayan koşulların ortaya çıkmasına katkı veren Lord, ezberlediği centilmen miti üzerindeki ısrarı yüzünden daha sonra vatan haini ilan edilecektir.
Almanlar karşısında İngiliz kimliğinin silikleşmesine vesile olan Lord Darligton’ın tavrı, Lord ve diğer efendilerin karşısında kendi varoluşunu görünmez kılan Stevens’ın tavrında yansımasını bulur. Biri ülke gençlerinin hayatına mal olacak İkinci Dünya Savaşı’nın çıkmasına çanak tutmakla suçlanacakken, Stevens da hayatının aşkını kaybetmesine yol açacak gereksiz bir bağlılığın bedelini ödemek durumunda kalacaktır.
Burcu Arslan’ın söylediği gibi aslolan ne Lord’un Nazi manipülasyonunu yeterince idrak edememiş, ne de Stevens’ın Bayan Kenton’la arasında geçenleri tam olarak anlayamamış olmasıdır. Gerek siyasi, gerekse de psikolojik düzlemde mesele, bu iki aktörün de kafalarındaki bir hayale, onlara dikte edilmiş bir mite gözü kapalı bağlanmış; bu anlamıyla da burunlarının ucunda olup biteni görememiş olmalarıdır. Bu anlamıyla Günden Kalanlar, Sartre’ın tabiriyle, kendine yalan söylemenin insan varoluşuna ne denli içkin olduğunun altını çizen lirik bir eser olarak düşünülebilir. Söz konusu körlük, efendinin olduğu kadar kahyanın da kimliğini biçimlendiren en önemli bileşen konumundadır.
Olaylar Değil, Hatıralar
Roman ya da film boyunca olayörgüsüne dahil edilen malzemenin beklendiği üzere olaylar değil hatırlanan olaylar olduğunu bir an bile akıldan çıkartmamak şarttır. Bu, kurgusal bir anlatıcı, yani Bay Stevens’ın olup bitenlerle biz okuyucu arasında filtre görevi gördüğü; anlatının baştan sona yaşanan deneyimlere dair izlenimlerden örülmüş olduğu anlamına gelir.
Düşünceler değil de izlenimler sözcüğünü kullanmamın nedeni, romanın ya da filmin kurgusal anlatıcıyı (Bay Stevens’ı) oradan oraya sürükleyen bir bilinç akışını konu alıyor olmasıdır. Roman üzerine kaleme aldığı incelemede Muhammet Erdevir, Bay Stevens’ın “sadakati dogmaya dönüştürmüş” bir karakter olarak yaşadıklarına eleştirel bir tavırla geri dönebilmekten uzak olduğunu iddia eder. Ama bir ezberi hayata geçirmekten öteye gitmeyen bir karakterin nasıl olup da bir iç hesaplaşmaya sürüklendiğini açıklayabilmekte de aciz kalır. Bu anlamıyla, Erdevir’in roman boyunca bilinç akışına rastlanmadığı yollu iddiası karşısında şaşkınlığa düşmemek zordur.
Bu iddianın aksine, iç hesaplaşma olarak tezahür eden bilinç akışının başkarakteri ortadan ikiye bölen bir yarıkla bağlantılı olduğunu savunmak çok daha makul görünmektedir. Stevens, bir yanıyla “mükemmel kahya” mitine bağlılığı nedeniyle kendinden uzaklaşırken, diğer yandan da Bayan Kenton’a karşı hissettiklerinin etkisiyle kendi benliğine dönme eğilimi gösterir. Dolayısıyla elimizdeki anlatıyı onun bir fırsatı nasıl olup da kaçırmış olduğunun hikayesinden ziyade, böyle bir kayıp ihtimali karşısında içine düştüğü iç hesaplaşmanın tafsilatlı bir betimi olarak değerlendirmek yerinde olacaktır.
Bu noktada iç hesaplaşmanın iki ters kutba yaklaşma potansiyeli taşıdığının ayrımına varmak önemlidir: Bu hesaplaşma sayesinde kişinin yaşayıp geçmiş olduğu bir dönemi nesnel bir bakışla yeniden kurgulanması ve kendi hakikati ile buluşup gerçekçi önlemler alması da mümkün olabilir; tam olarak kabullenilmemiş belli belirsiz bir pişmanlık etkisiyle paniğe kapılarak bir film şeridi gibi önünden akıp geçen hatıralara maruz kalması da.
Bayan Kenton’dan yıllar sonra gelen mektup, kaybettiğini geri kazanma konusunda Stevens’ın içinde yeni ümitler yeşermesine neden olur. Kahyanın ideal role bağlılıkla katılaşmış yüreğindeki bu çiçeklenişi görmek ne kadar hazinse, roman sonunda buzun altından fışkıran çiçeklerin bir kere daha dona maruz kalışına tanıklık etmek de o kadar hüzünlüdür. Bu hüznü yaratan, geçmişten birdenbire sökün eden anıların istilasına maruz kalırken, diğer yandan da bu baskın karşısında süngüyü düşürmemeye gayret eden ana kahramanın içine düştüğü durumdur.
Roman mı, Film mi?

Demek ki, Günden Kalanlar anlattığı hikaye ve ortaya koyduğu kurgunun sağlamlığından ziyade hissettirdikleriyle gündeme getirilmesi gereken bir eser görünümü taşır. İncelemeye konu ettiğimiz yapıt, hasbelkader yaşam mottosu haline getirilmiş dokunulmaz bir mitle esneklik ve adaptasyon kabiliyeti gerektiren hayatın karşılaşmasından doğan trajik bir sona gebedir.
Kişinin yaşamını baştan başa biçimlendirdiği kadar, o yaşam hakkında yürüttüğü içsel monolog esnasında bile susturamadığı mitsel bağlılık (mükemmel kahya rolüne sadakat), romanı (ya da filmi), yine Burcu Arslan’ın ifade ettiği üzere, söylenenler olduğu kadar söylenmeyenlerle de örülü bir anlatı haline getirmiştir. Söz konusu mitin iç hesaplaşma esnasında bile parçalanmaya direnç gösterebilen bir çekirdek olarak konumunu koruması ölçüsünde, Ishiguro’nun yarattığı karakter başkalarına karşı dürüst ama kendine yalan söyleyebilen bir figür olarak karşımıza gelir. Peki bir iç hesaplaşma esnasında dahi karakterin kendisine karşı sergilediği samimiyetsizliği yazınsal araçlarla mı, yoksa sinematografik yöntemlerle mi daha iyi ifade etmek mümkündür? Son olarak soracağımız soru budur.
Elif Nur Uyanık, Günden Kalanlar üzerine yazdığı inceleme yazısında filmi seyretmeden önce romanı mutlaka okumak gerektiği fikrini savunur. Bu fikre katılmamak mümkün değildir, zira Stevens’ın kendine yalan söylerken kapıldığı tereddüdü en iyi yansıtan şey iç konuşmasını dışa vuran cümlelerden başkası değildir. Karakterin romandaki iç monoloğu, sinema yapıtında filmin akışına sürekli olarak eşlik eden iç sesle (Bay Stevens’ı canlandıran Anthony Hopkins’in sesiyle) temsil edilir.
Söz konusu iç ses kullanımı romanda açığa çıkan etkinin filme aktarılırken maruz kaldığı kaybı bir ölçüde telafi eder. Ama film, hikayeye konu olan malzemenin hatıralardan değil de gerçekleşmiş olan olaylardan meydana geldiği yanılgısı yaratmaya daha açıktır. Zira Bay Stevens’ın hatırladıkları, filmde önümüze gelen sahnelerin yaşantılara ilişkin izlenimler değil de olayların oldukları halleriyle bire bir temsilleri olduğu yanılsamasına yol açar. Bunu kırmanın tek yolu, filme eşlik eden iç sesin ağırlığını arttırmaktır, ki bu da filmi film olmaktan çıkartabilir. Dolayısıyla üzerinde konuştuğumuz uyarlamanın iç sesin alanını daraltma yönündeki kararını kutlamak gerekir.
Son Olarak…
Ishiguro’nun Günden Kalanlar romanı Beni Asla Bırakma (2005) ve Klara ve Güneş’le birlikte (2021) görünür özellikleri bakımından insan-dışı, içsel yaşamı bakımından insani kalan varlıkların hikayelerini konu eden bir üçleme meydana getirir. Yazar, normal bir insanın sınırlarını çizmek üzere onu bir yandan asli bazı özelliklerinden yoksun kılıp, diğer yandan da toplumsal karşılaşmalara açmakta; bu anlamıyla da ilginç düşünce deneyleri yapmaya soyunmaktadır.
Tam bir varoluşçu olarak düşünülebilecek olan Ishiguro’nun kaleminden çıkan romanlar, insanı anlamak için felsefi teorilerden ziyade kurgusal yapıtlar üretmenin daha iyi sonuç vereceğini ikrar etmiş olan Sartre’ı haklı çıkaracak türdendir. Yazarın en azından Günden Kalanlar ve Beni Asla Bırakma kitaplarının sinema uyarlamalarından gayet memnun kaldığını beyan etmiş olması ise, edebiyat ve sinema arasındaki işbirliği konusunda ümitli olmak için her türlü nedene sahip olduğumuzu gösterir. Zaten ancak bu işbirliğinin mükemmelen hayata geçirilmesi sayesindedir ki, anlatıların ve anlatısallığın varoluşa ne denli gömülü olduğunu anlamamıza yardım edecek verimli karşılaştırmalar yapma şansına sahip oluruz.