Bir Özgürlük Söylemi Olarak Anlatının “Krizi”

Yazar: Emrah Günok | Felsefeci

İnsanlık uzun zamandır, özellikle 20. yüzyılın başından beri kendini krizlerle tanımlar vaziyette. Edmund Husserl’in 1936’da yayınlanan Avrupa Bilimlerinin Krizi ve Aşkınsal Fenomenoloji (Die Krisis der europäischen Wissenschaften und die transzendentale Phänomenologie) adlı eseriyle başlayıp sanatta temsil fikrinin krizine; görecilik tehlikesini savuşturamamaktan kaynaklı tarihselciliğin krizinden ahlak ve siyasetin krizine uzanan tuhaf bir buhranlar çağının içinden geçiyoruz.

Sözünü etmekte olduğumuz krizler resmi geçidine eklenen son halka ise, Kore asıllı Byun-Chul Han’ın 2023’te Almanca kaleme aldığı Die Krise der Narration (Anlatının Krizi) oldu. Murat Erşen’in özenli çevirisiyle 2024 yılında Ketebe Yayınları tarafından piyasaya sürülen bu ince kitap en az düşünürün Türkiye’de yayımlanan diğer eserleri kadar ilgi gördü ve çok satanlar listesindeki yerini aldı.[i]

İçindekiler

Veciz Bir Metin

Alasdair MacIntyre’dan Maria Schechtman’a; Paul Ricoeur’den Dan Zahavi ve Charles Taylor’a kadar pek çok önemli düşünürün farklı şekillerde de olsa sordukları temel soru şuydu: Tarihin her döneminde ve coğrafyanın her köşesinde hikayeler ve anekdotlar anlatmaktan vazgeçmemiş olan insanı homo narrans, yani anlatan varlık olarak tanımlamak mümkün müdür? Ya da, Barthes’ın dediği gibi anlatıların hayatımızın her köşesinde karşımıza çıktığını kabul edersek, anlatısallığı insan varoluşunu yapılandıran temel ontolojik kategoriler, anlatıları ise dilin en kökensel tezahürleri arasına katmak gerekli midir? Bana göre Byun-Chul Han’ın asıl olarak modernleşme sıkıntısını ele aldığı söz konusu metninde sorduğu soru, sözünü ettiğim filozofların gündeme getirdikleri sorudan farklı değildir.

Üslup konusunda tereddütlü olsam da, Zeynep Cur’un aşırıya kaçan bir cömertlik göstererek kendine has bir düşünce atfettiği ettiği yazara bu anlamda ne gibi bir özgünlük yakıştırılabileceğini ben şahsen anlayamıyorum. Enformasyon trafiğinin doğal olarak zirve yaptığı yapay zeka çağında bireyin maruz kaldığı dikkat dağınıklığı ve buradan kaynaklı yabancılaşmayı gündeme getirmekle kalan bu metin, hikaye anlatıcılığının yaygın olduğu o saf ve temiz çağların nostaljisini terennüm etmenin ne ölçüde ötesine geçiyor acaba?

Stuart Jeffries, kısa ve kesin cümlelerle dile getirilen isabetli tespitlerin yazara bir hava kattığını kabul etse de, Byung-Chul’un yazısına hakim olanın büyük yazarlara özgü mütehakkim tavır olduğunu belirtmekten de geri durmuyor. Gerçekten de yazar, tespitleri yapıp bunların bir etki yaratmasını beklemekle kalıyor. Yazarın, Gökhan Yavuz Demir’in tabiriyle, anlatının krizini bir parça anlatmak ve gerekçelendirmekten ziyade enformasyon çağının ruhuna uygun kısa tespitler ve veciz ifadelerle geçiştiriyor olması gerçekten ironik.

Bu durumda Byung-Chul Han’ın, Demir’in söylediği gibi, “aforizmatik bir havai fişek gösterisine” veya bir okuma şölenine dönüştürdüğü metninin asıl olarak neyi ihmal ettiğini sormak da bize düşüyor.

Kriz ve Yabancılaşma

Anlatı’nın Krizi, insanı kendisi ve başkalarıyla buluşturan anlatıların yerini enformasyon trafiğine, imajlara ve on saniyelik videoların hegemonyasına bıraktığı çağımızı konu alan bir şikayetname görünümündedir. Yakındığı şey, temelde, Michael Ende’nin Momo karakteriyle karakterize olunan anlatılara yönelik yoğun dikkatin dağılarak yerini boş bir meraka bırakmış olmasıdır. Anlatının krizi, 20. yüzyılın önde gelen düşünürü olarak Heidegger’in de onaylayacağı üzere, bir modernleşme krizi olarak okunmalıdır.

Gerçekten de Heidegger, en ünlü eseri olan Varlık ve Zaman’da moderniteye özgü dünya görüşünü, Platon’dan itibaren başlattığı ve varlığın unutuluşu olarak nitelediği Batı felsefesi tarihinin zirve noktası olarak telakki eder. Varlığın unutuluşu ise, zamanı süreklilik arz eden bir yayılımdansa boyutsuz anlardan meydana gelen matematiksel bir toplam olarak tahayyül etmekle eşdeğerdir. Byung-Chul Han’ın tabiriyle enformasyon çağı, Heidegger’in felsefi evreninde tüm varlıkları bilimsel nesnellik anlayışının açtığı pencereden görmeyi gerektiren dönemin bir uzantısı görünümündedir. Tüm varlık deneyimini bilimsel nesneyle karşılaşmaya indirgeyen bu uzun süreç boyunca zaman insan varoluşunun kurucu bileşenlerinden biri olmaktan çıkmış; bir ölçüm aracına, yani cetvel gibi bir şeye dönüşmüştür. Oysaki zaman, insanın toplum içi bireyselliğini karakterize eden; her şeyi de ancak insanın zamansal anlam ufkunda inşa edilirmiş gibi düşünen Heideggerci fenomenoloji açısından varlığın oyun ya da manevra alanı konumundadır.

Bu açıdan bakarsak, entelektüel kariyeri boyunca insan varoluşunun zamansallığına vurgu yapmış olan Heidegger’in zamansallıkla doğrudan ilişkili olan anlatısallığı da gündeme getirmeyi hiç düşünmemiş olması dikkat çekicidir. Zira anlatıların terk edildiği bir çağda ortaya çıkan yabancılaşma, zamanı sürekliliktense her bir anı diğerinden ayıran boşluğun yarattığı kesintilerle karakterize etme temayülü temelinde ortaya çıkar. Zamanın süreksizlik üzerinden algılanmasına vesile olan enformasyon çağında dikkatin de kesintiye uğraması kaçınılmazdır. Anlatılan bir hikayeyi takip ederken olayların artsüremsel akışına ayak uydurup genişleyen dikkat yerini, günümüz internet ortamında durmaksızın yeni olan tarafından cezbedilen sathi ve kısa ömürlü, boş bir meraka bırakmıştır. Heidegger’in etkisi altında olan Byung-Chul Han’ın metninde işlenen temel mevzu budur.

Tekili Konu Alan Söylem Biçimi Olarak Anlatı

Anlatı krizini büyük ölçüde neoliberal tüketim kültürüyle ilişkilendiren Zehra Çelenk, birbirine ihtimam gösterip kulak kabartan bireylerden meydana gelen organik toplumun yerini kalabalık içindeki yalnızlardan müteşekkil yepyeni bir tüketim toplumuna bıraktığını tespit eder. Yaşam sevinci yanısıra birbirini ve dünyayı sevme becerisini de kaybetmiş olan bu yeni toplumu tasvir eden başat özellik ise dikkat dağınıklığıdır. Peki kaybedilen sevgi neyin sevgisidir ve söz konusu dikkat dağılmadan önce hangi odakta yoğunlaşmıştır? Söz konusu krizi çözmek üzere yanıtlanması gereken temel sorular bunlardır.

Aristoteles şiirin (yani edebi anlatıların) olabilecek, tarihin ise olmuş olayları konu aldığını; bu anlamıyla da anlatı karakterlerinin tekil, tekrarlanamaz ve benzersiz karakterlerden ziyade tipler olduğunu vurgular.[ii] Buna karşın, roman ve hikayelerin daha gerekçi kıvama geldikleri ve natüralizmin egemen olmaya başladığı 19. yüzyılla birlikte edebiyat ve tarih arasındaki uçurum kapanmış, anlatısallık belli nüanslarla da olsa tarihyazımı ve edebi yazın arasında paylaşılan bir ortaklık olarak değerlendirilmeye başlanmıştır. Aristoteles’inkiyle taban tabana zıt olan günümüz bakış açısından şunu rahatlıkla ifade etmek mümkündür ki, ister tarihsel olsun ister edebi, her türlü anlatı bir eylem birliği üzerine inşa olunur ve bu eylemlerin faili tipleştirilmeye direnen ve bu anlamıyla da biriciklik arz eden tekil faildir.

Gerçekten de Ayşe’nin hikayesini anlatmak mümkünken, şu şu özelliklere sahip Ayşe tipindeki herhangi bir kadının hikayesi, karakterin tipleşmesi ölçüsünde anlatı olmaktan çıkıp açıklama olmaya doğru evrilir. Tipler, kavramların altında gruplanmalarını mümkün kılacak olan genel bir yasaya tabidirler. Tekiller ise herhangi bir kavramın altında tüketilmelerine engel olan farklılıklar ihtiva eder, bu nedenle de her an yasanın hükmünden çıkma potansiyeli taşırlar. Bu zaviyeden bakıldığı vakit şunu teslim etmek gerekir ki, açıklama normal olanı konu alırken anlatılar atipik olanı, yani mucizeleri gündeme getirirler. Açıklamanın, bilhassa da bilimsel açıklamanın yatıştırdığı duyguları anlatıların uyandırıyor olmasının sebebi budur.

Anlatılan Hikayelerden Satılan Hikayelere

Anlatılara günümüz enformasyon çağında kaybedilmiş olan zorunluluk hissini geri getirme misyonu biçen Byung-Chul Han, yukarıda söylediklerimizle tam bir çelişki içindedir. Anlatıya konu olan olay örgüsünün arz ettiği süreklilik, Byung-Chul’un bahsini etmekte olduğu zorunluluğun ana kaynağı gibi görünmektedir. Onun özlediği, Hristiyanlığa özgü mitlerin cemaat bünyesinde yarattığı aynı kadere yazgılı ve bu anlamıyla da aynı topluma ait olma duygusudur. Yazgılı olunan sonun kaçınılmaz bir biçimde gelecek olmasından kaynaklı zorunluluk duygusu, günümüz internet ortamında bombardımanına maruz kaldığımız enformasyon paketleri arasındaki bağlantısızlık ve bu bağlantısızlığın yarattığı rastgelelik hissi tarafından tahrip edilir.

Caravaggio, Incredulita di San Tomasso (1601-2)

Oysaki, diye araya girer Ryan Carroll, Hristiyan teolojisinde olumsallığın hiçbir surette bertaraf edilemeyecek bir bileşen olması, şüphenin en az Hristiyanlığın kendisi kadar eski eski oluşuyla da tasdiklenir. Şöyle düşünelim: Her şeyin ebedi olarak Tanrı iradesi tarafından belirlenmiş olduğu; herhangi bir olayın, biz onu öngöremeyecek olsak da, yalnızca tek bir olaya neden olacağı bir tasarım içinde Hristiyanlığın bir anlatıya dönüşme ihtimali kalmazdı. Bu durumda, bir anlatı olarak ortaya çıkma şansından yoksun kalan dinin insanları aynı mucize beklentisi içinde biraraya getirme ve heyecanlandırma gibi bir durumu olmazdı. Taraftar çekecek anlatısal gerilimi uyandırma kabiliyeti olmayan bir söylemin ise dine dönüşme şansı sıfıra inerdi.

Ama insanlar mucizelere, beklenmedik olana gereksinim duymaya devam ederler. Zaten yasanın dışında kaldığı için mucize olarak tanımlanana duyulan açlık, beklenmedik bir baht dönüşümüne duyulan iştiyak değil midir anlatı üretimini insan varoluşunun vazgeçilmez bir parçası haline getiren? Ama Byung-Chul Han’ın isabetle tespit ettiği üzere, bu durumun bugün değişmiş olduğunu söylemek için herhangi bir nedene sahip olmadığımız da gün gibi ortadadır.

Geçmişte anlatılmak üzere insanların biraraya gelmesini gerektiren hikayeler, bugün ona ihtiyaç duymaya devam eden yalnız bireyin önünde duran ekrana düşmeye devam etmektedirler. Geçmişte toplumsal yaşamın etrafına kurulduğu ateşi canlı tutan en önemli faktör konumundaki anlatılar, bugün, toplumsal yapının değişmiş olmasına karşın ona ihtiyaç duymaya devam eden bireye satılan bir mala dönüşmüş vaziyettedirler. Byung-Chul Han’ın storytelling’den storyselling’e geçilmiş olduğunu düşünmesinin nedeni budur.[iii]

Anlatı Krizinden Ziyade Anlatı Bağımlılığı

Spike Jones’un 2002’de çektiği Adaptation adlı film için yazdığı detaylı incelemede Joshua Landy, Byung-Chul Han’ın ticari metaya indirgenmiş anlatılarla ilgili olarak dile getirdiği şikayeti bir başka anlamda tekrarlar. Onun dikkate sunduğu temel husus, çağdaşlarımızın dünyayı ve insanı anlamak için fotoğraf, resim ve şiir gibi sanatsal üretimlerden ziyade anlatılara müptela olmuş olmasıdır. Temel olarak onun dünyadaki konumunu sorunsallaştıran felsefe bile insanı tarihselselleştirmek ve anlatısallaştırmak yönünde bir eğilime sahip olmaya başlamıştır. Hikayenin artsüremsel akışına teslim olmaya alıştırılmış olan insanlar, akış dışında kalmış statik bir nesne karşısında tefekküre dalmayı unutmuş vaziyettedirler. Bu anlamıyla Landy, tıpkı Byung-Chul Han gibi, anlatısal akışın sunmakta olduğu yeniye ve değişime takılı kalmış olan dikkatin nasıl olup da sessiz sedasız önünde durmakta olan hareketsiz nesneye angaje olabileceğini sorar.[iv]

Joshua Landy (Stanford Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı bölümünde karşılaştırmalı edebiyat profesörü)

Ama arada önemli bir fark vardır: Byung-Chul Han içinde bizi biz yapan hikayelerin anlatıldığı hayali bir geçmişin nostaljisine takılı kalmışken, Landy içinde klasik anlatı kalıplarının yapı söküme uğratılacağı yeni formların arayışına açık kapı bırakır. Byung-Chul’un temel çelişkisi, Aaron Weinacht’ın isabetle tespit etmiş olduğu üzere, bir yandan ortak mitler sayesinde kendi içine kapanarak organikleşmiş kapalı toplumlar dönemine iştiyak duyarken, diğer yandan da anlatıları evrensel bir ufka doğru genişletmenin hayalini kuruyor olmasıdır. Halbuki anlatıların inandırıcılığını kaybettiği bu postmodern çağda bile yeni anlatı teknikleri icat etmeye devam ediyor oluşumuz, anlatısallıktan vazgeçemeyecek oluşumuzun en iyi kanıtı gibi durmaktadır. Anlatının evrenselliği ise onun vazgeçilmezliğinden başka bir şey değildir.

Sonuç: Anlatının Krizi Aslında Bir Özgürlük Krizidir

Byung-Chul Han’ın artık tedavülden kalktığı için ağıt yaktığı anlatının tanımı Hüseyin Mert Acar tarafından gayet güzel yapılmıştır: “Kurgusal ya da kurgusal olmayan, sözlü ya da sözsüz bir hikaye anlatan, bir olay örgüsü kuran her şey anlatı kapsamına girer.” İnsanları hoşsohbet kılan, onları tekil bir bireyin amaca yönelik eylemlerinin birliğine sevk eden anlatılar, bu anlamıyla toplum içinde bireylerin birbirine gösterdiği ihtimamın cisimleşmesi olarak değerlendirilebilirler. Ama Melike Bağlayıcı’nın not düştüğü üzere, Byung-Chul’un yasını tuttuğu anlatı çizgisel anlatıyla sınırlıdır. Halbuki günümüzde anlatı formunun içine eksiltili anlatı, eşzamanlı anlatı ve çizgisel olmayan anlatı gibi biçimleri eklemek mümkün hale gelmiştir. İş o noktaya varmıştır ki, bugün bazı anlatıların anlatı formunu yapı söküme uğratma amacı taşıyan antinarratif kıvamına getirildiğine tanıklık etmek gayet olasıdır.

 Bu noktada antinarratiflerin de birer anlatı olduğunu kabul etmek ve içinden geçmekte olduğumuz postmodern dönemin ruhunu buradan yola çıkarak kavramak son derece önemlidir. Byung-Chul Han gibi nostaljiye kapılmak, anlatı formunda saklı olan esneme kapasitesini hafife almak; bu anlamıyla da geçmişi fetişleştirip geleceği ve evrenseli gözden kaçırmak anlamına geliyor olabilir.

Anlatılar hep vardı, hala vardır ve gelecekte de var olmaya devam edecektir. Zira tekil olana odaklanan anlatı, bireyin biricikliğini ve bu biricikliğe bağlı olarak da özgürlüğünü ifade etmeye devam edecektir. Bilimsel paradigmanın bugüne kadar kaçınılmaz kıldığı deterministik kozmolojinin dışına taşma ve kendini aktif bir özne olarak tanımlama ihtiyacı insan üzerindeki baskısını iyiden iyiye arttırır olmuştur. Anlatının evrenselliği, bireyin genel yasanın istisnası olma yönündeki közlenmiş ama asla sönmeyecek olan umudunda bulur ifadesini.

İnsan varoluşu, doğal belirlenimlerin etkisinden kurtulup da kendi eylemlerinin nedeni olmak anlamına gelen özgürlükle tanımlanır. Bu anlamıyla anlatmak, çevresel etkilerden kurtulup da özerkleşmiş olan öznenin eylemlerindeki birliği yansıtmak demektir. Uzun sözün kısası, anlatmak özgürlüğü anlatmaktır.

Etrafımıza örülmüş olan tekno-bilimsel belirlenimcilik kozasının dışına çıkma ihtiyacının devamlılığı ölçüsünde anlatıların yaşamaya devam edeceği aşikardır. Bu, anlatılar anlatı olmaktan çıkmış göründüklerinde dahi doğru olmaya devam eder. Zira insan insan olarak tanımlanabildiği sürece özgürlüğüne de zincirli kalmaya devam edecektir.


[i] Byung-Chul Han, Anlatının Krizi, çev. Murat Erşen, Ketebe Yayınları, 2024.

[ii] Aristoteles, Poetika: Şiir Sanatı Üstüne, Eski Yunancı aslından çev. Ari Çokona ve Ömer Aygün, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, bölüm IX, s. 23.

[iii] Anlatının Krizi, s. 11.

[iv] Joshua Landy, “Still Life in a Narrative Age: Charlie Kaufman’s Adaptation”, Critical Inquiry, vol. 47, 2011, s. 498.

Yazar Hakkında:

Emrah Günok

Çileli bir öğrencilik döneminin ardından, 1999 yılında Hacettepe Üniversitesi Maden Muhendisliği bölümünden mezun oldum. Mezuniyeti takiben, 2000 yılında ODTÜ felsefe bölümüne kaydolup, bu bölümden yüksek lisans ve doktora diploması aldım. 2012, yardımcı doçent olarak atandığım Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nde göreve basladığım sene oldu. Burada 5 yıl kadar görev yapıp, 2016 yılinda imzaladığım barış bildirisi gerekçe gösterilerek işimden atıldım. Hali hazırda sokak felsefecisi olarak yaşıyor, diğer yandan da görevime döneceğim günü bekliyorum. Evliyim ve Elif Nazlı' nın babasıyım.

Paylaş

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir