Vüs’at O. Bener’in ilk kitabı Dost’un üçüncü öyküsüdür “Havva”. Anne babasının köyden getirdiği yanaşma Havva’dan şikayet eden evin kızının ağzından yazılmıştır. Muhtemelen yedi sekiz yaşlarında olan anlatıcı, ev işlerine de yardım eden kendinden yaşça büyük arkadaşını kıskanmakta, muhtemelen ebeveyninin ilgisini onun üzerinden alıp kendi üzerine çekmeye çalışmaktadır.
Birinci tekil anlatıcının güvenilmez tanıklığı üzerine bina edilmiş bu kısa öykünün muhatabı okuyucudur. Metin boyunca dile getirilenler söylemsel olarak bir insanın günlük tutarkenki mütefekkir tavrını yansıtmaktan uzaktır doğal olarak. Okuma süreci boyunca hiç susmayan anlatıcı sesi, karşımıza gelmiş şımarık kız çocuğunun dile getirdiği yer yer komik olabilen masum bir dedikodu ve şikayetlenmeye maruz bırakır bizleri.
Akıl ve Hayal Gücü
Akıl ve hayal gücü arasındaki fark, Spinoza’nın zamanında çok iyi ifade ettiği üzere, dünyaya düzen veren yasaların bilincinde olmakla tepkilerini çevreleyen dünyanın ürettiği uyarıcı etkilere bağlı kalarak vermek arasındaki farka karşılık gelir. Bu karşıtlaştırma ışığında yaptığımız gözlemleri aklın süzgecinden geçirmek ise, gerçekliğe ilişkin edinmiş olduğumuz anlık izlenimleri mümkün ve normal olanın terazisinde tartmakla birdir. Spinoza’nın felsefi evreninde her türlü düşünsel normun belirleyicisi de doğa yasası olduğuna göre, filozofun daha on yedinci yüzyılda kutsal kitaplarda yer alan mucizeleri ve bunları mümkün kılan çocuksu dünya görüşünü reddetmiş olmasına şaşırmamak gerekir.

Savaşın tarihini genellikle kazananlar yazar. Meydan muhaberesi esnasında başlayan bir yağmur taraflardan birine diğeri karşısında üstünlük kazandırır, hele bir de onun bu mücadeleden galip çıkmasına vesile olursa, muzafferin bunu daha sonra Tanrı’nın bir lütfu olarak değerlendirip kayda alma eğiliminde olacağı açıktır. Ta ki Spinoza gibi bir oyunbozan çıkıp da mucize algısına dayalı olarak yürütülen böyle bir tarih yazım mantığının altında tek bir hakikatin yattığını; bunun da değerlerden arındırılmış bir olgu düzeni olarak doğal gerçeklikten başkası olmadığını hatırlatıncaya kadar.
Bu şu demektir ki, galip taraf meteoroloji hakkında yeteri kadar bilgiye sahip olsa, o gün kopan fırtınayı daha haftalar öncesinden yaklaşık olarak tahmin etmiş olabilir. Hele bir de bu bilginin ışığında savaşın hangi gün yapılacağını ve muharebe meydanında nasıl konumlanması gerektiğini doğru olarak belirleyebilirse, bunun ona daha işin başında büyük bir üstünlük kazandıracağını öngörmek zor olmayacaktır. Diğer yandan böyle bir bilginin yokluğu yağan şiddetli yağmuru nedeni belirsiz bir olay ya da tanrısal bir mucize olarak değerlendirmenin yolunu açacağı gibi, bu mucizeden fayda görenin Tanrı’nın gözünde ayrıcalıklı bir yere sahip olduğu vehmine kapılmasına neden olur.
Bu anlamıyla cahilin ya da akli melekeleri gelişmemiş olanın dünyası onu evrenin merkezine yerleştiren ve geri kalan her şeyi de onun emrine veren bir rüya atmosferi olmakla kalır. Kişinin kendisini kollayacak olan mucizelerle örülü olan bu fantezi dünyası, akıl yerine hayal gücünü kullanmayı itiyat haline getirmiş olanların dünyası olarak tasavvur edilebilir. Kim ki nesnel gerçekliğe şekil veren evrensel yasaların farkına varır, tıpkı Kopernik gibi, kendine ya da insanlığa ayrıcalıklı bir konum yaratma sevdasından olduğu kadar, aklın yerine hayal gücünü geçirme iptilasından da bütünüyle vazgeçer.
Spinoza, bu anlamda, bizi hümanizm olarak adlandırılan rüyadan uyandıran filozof olarak tarihe geçer.
Çocuğun Dili ve Yetişkinin Dili
Vüs’at O. Bener, Spinoza’nın yukarıda ifade ettiğimiz görüşlerini bir edebiyat insanı olarak kısa bir öykü üzerinden tekrar ortaya koymaya çalışmış gibi düşünülebilir. Sözü Havva karakterine bırakırken yazarın yapmaya çalıştığı şey, bütünüyle hayal gücünü temel almış olan çocuk dilinin yetişkin dilinden hangi anlamda farklılaştığını göstermeye çalışmaktır. Kendini evrenin merkezinde gören çocuk, bu konuda sağlıklı bir şüphe geliştirecek kadar deneyim biriktirmiş olan yetişkinden zihinsel olarak oldukça farklı bir durumdadır.
Yetişkinler, ister doğal dünyada olsun isterse de toplum içinde, hakkında bildirimde bulundukları fenomenin başkaları tarafından da aynı şekilde görülüp görülmediğini kontrol etme eğiliminde olurlar. Bu anlamıyla bir şey görmek ile o şeyi gördüğünü başkasına söyleyip onaylatmak arasında düşünülenden çok daha sıkı bir bağ vardır.
Demek ki insan için dünyayı okumak aynı anda başkasının zihnini de okumaktır. Gördüğümüzü düşündüğümüz şeyi başkalarının da aynı şekilde gördüğünü onaylatmaksızın o şeyi gerçekten görüp görmediğimizden emin olamayız. Bu, ne kadar doğayla baş başa kalmış olursa olsun insanın toplumsal bir varlık oluşunu aşıp geride bırakmasının imkansızlığını hatırlamamıza vesile olur.
Buna mukabil çocuğun özgünlüğü onun kendi varoluşuna mündemiç toplumsallık karakterinin henüz farkına varamamış olmasıdır. Çocuk nesnelerle baş başa olduğu bir dünyada yaşarken, belli bir olgunluk düzeyine ulaşıncaya dek otistik olduğunu düşünmemizi gerektirecek bir varoluş rotasında ilerlemeye devam eder. Anlık karşılaşmalar ve buradan devşirdiği izlenimler küçük insanın yargıya varması için yeterlidir. Bir nesnenin profilden görünüşünü onun arkadan ve cepheden görünüşüyle birleştirmeden önünde duran nesnenin adını koymakta tereddüt etmek ise yetişkine özgü sağlıklı bir şüpheciliğin göstergesidir.
Çocuğu komikleştiren doğal otizmi onu, karşısına çıkan başka insanları da basit birer nesne olarak görmeye teşvik eder. Elimizdeki öykü bunun çok güzel bir örneği olarak okunabilir.
Sanki Başkaları Yokmuş Gibi…
Şöyle başlar evin kızı Havva’yı çekiştirmeye: “Benim saçlarım yumuşak. Havva’nın saçları keçe gibi.”
Kendisi bunu günlüğüne yazıyor ya da yaşıtlarına ilettiğini düşünüyor olsa bile, bu dedikodu biz okuyucuya yapılmaktadır edebiyat tanrısının bir cilvesi olarak. Okuyucunun, böyle bir şey duyduğunda “E, ne olmuş?” diye sorması neredeyse kaçınılmazdır. Küçük kız, fiziksel dünyaya ilişkin bir bildirim olmanın ötesine geçmeyen bu cümlenin değerler dünyasında kendi tahminlerinin dışında kalan bir teli titretebileceğini başından itibaren anlayamamış görünür. Çocuksu saflık, salt fiziksel tasvirlerin bile parçası olunan topluma özgü anlam dünyasında kolaylıkla ikincil anlamlar alabileceğinden şüphelenmeyi olanaksız kılar. Çocuğu çocuk yapan, söylediği şeyin birinci anlamıyla sınırlı kalacağına duyduğu sonsuz inançtır.
Yukarıda alıntıladığımız giriş cümlesinin devamına bakalım şimdi: “Burnu da o kadar biçimsiz ki!.. Hiç sevmiyorum onu. Pis, hırsız.”
Dinleyen, kızın Havva’yı sevmiyor oluşunun nedenini yapmış olduğu rivayet edilen hırsızlık olarak tespit edecek olsa bile, burnunun biçimsizliğini bu meseleyle nasıl ilişkilendirmesi gerektiğine karar veremez. Bir burnun çirkinliğinden rahatsızlık duymakla bunu bir başkasına söylemek arasındaki derin farka duyarsız olmak çocukluk mucizesinin en ilginç bileşenlerinden biri gibidir. Söz konusu fiziksel kusuru dizginlenemez bir kötülük içgüdüsünün göstereni ya da sembolü haline getirecek altyapı çalışmasını yapmaksızın bu cümleyi kuruvermek sadece çocukta affedilebilir bir hataya karşılık gelir.
Yine yerini bulmayan, çocuksu kalan bir başka dedikodu:
“Annem bugün onu bir temiz dövdü. Tabi döver. Misafir odamızdaki güzelim halımızı kesmiş. Deli mi ne?”
Yapılan tek açıklama, Havva’nın halının içinde beyaz bir kuş görmüş olduğuna ilişkin beyanıdır. Anlatıcı okuyucuya böyle bir kuşun hayal ürünü olduğunu, dolayısıyla Havva’nın aklından şüphelendiğini söylemek yerine direkt olarak yediği dayağa oh çekince, kafasını kurcalayanın bize bahsettiğinden bütünüyle başka bir mesele olduğunu anlama şansımız olur. Çocuk, Havva’nın aslında neden dayak yediğini anlamaya çalışmak ve annesinin uyguladığı şiddeti buna göre yeniden yargılamaktan ziyade onun yediği dayağı koşulsuz bir şekilde sineye çektiğini, hatta bundan memnunluk duyduğunu aktarmış olur bizlere. Basitçe kıskançlığa kapılmıştır ve evrenin merkezinde duran varlık olarak kıskançlık nesnesinin başına kötü bir şeyler gelmesinden pişmanlığa kapılmaksızın keyif alır.
Saçlara ve burna ilişkin hakaretamiz ifadeler yanısıra kızın aldığı cezaya sorgusuz sualsiz verilen onay, çocuğun biz okuyucunun olası tepkilerini hiç hesaba katmadığını gösterir. Öyle ya, bu denli acımasız yargıları böyle bir pervasızlıkla dile getiren herhangi bir yetişkin, muhatabını kendisiyle ilgili olarak olumsuz şeyler düşünmeye teşvik etmiş olabileceğini en azından sezebilir. Böyle bir sezginin hiçbir surette gelişmemiş oluşu ise, çocuğa yakıştırdığımız saflığın gizemine vakıf olabilmek adına kullanılabilecek en iyi ipuçlarından biri konumundadır.
Nesneyle buluşmadan önce ötekinin zihnine uğramayı aklından bile geçirmeyen çocuğun kullandığı dil, muhataplarının düşünebileceklerini hesaba katmaksızın adım dahi atmayan yetişkinin dilinden oldukça farklıdır. Okuduğumuz hikayenin bizi sürekli olarak gülümsetiyor olması, büyük ihtimalle, ya bu çocuk bir yetişkin olsaydı diye düşünmekten kendimizi alamıyor oluşumuzdur.
Yerini Bulmayan Hakaretler
Bir yetişkine edilen hakaret ne kadar ilk anlamıyla sınırlı kalırsa hedefinden de o kadar uzak düşer. Hakarete uğrayanı gerçek anlamda zıvanadan çıkarabilecek gerçek bir hakaretse kulağa gayet sıradan bir ifade gibi gelmeli, ancak karşı tarafın sinir uçlarına ancak dolaylı anlamı üzerinden dokunuyor olmalıdır. Yetişkinler arasında sözel dolayım zincirinin uzaması ölçüsünde boyut kazanan hakaret, çocuğun dünyasında tek hamlede ağızdan çıkan tek bir zincir halkası gibi düşünülebilir. Bu anlamıyla “pis, hırsız” ya da “çirkin burunlu” gibi derini kazmaktan aciz, boyutsuz laflar hakarete uğrayanı (eğer yetişkinse) gülümsetmekle kalırken, hakaret edenin saflığını ve aczini dışa vurmaktan öteye geçmez.
Çocuğun birisi hakkında, onun yüzüne ya da gıyabında dillendirdiği hakaretamiz ifade, bu anlamıyla, bilardo oyununda ucu yeteri kadar tebeşirlenmemiş ıstakanın topu ıskalamasına benzer bir etki yaratır. Yapılan hazırlık ve yaratılan beklentinin büyüklüğü ölçüsünde, sergilenen performansın tam bir fiyaskoyla sonuçlanması kaçınılmaz hale gelir. Yetişkin dünyasında “çirkin burunlu” bir hakarete dönüşecekse, hakarete uğrayanın o sıralar kendini beğendirmeye çalıştığı insan için dış görünüşün ne kadar önemli olduğuna şöyle bir değinip geçmek kafidir. Hakaretin yaralayıcı olabilmesi için kişide aşağılık kompleksi yarattığı düşünülebilecek özelliklere basitçe dokundurma yapmak yeterli olur. Kişi burnunun çirkinliği direkt olarak yüzüne vurulduğunda derhal karşı hamle yapmaya kalkarsa, bu onun aldığı darbe ile daha güçlü bir konuma yükselmesine yol açabilir. Oysaki hakaret, hakaret edilen kişiyi psikolojik olarak zayıflatmayı, onun kolunu kanadını kırmayı amaçlar. Dolayısıyla yetişkin dünyasında hedefini bulan bir hakaret, kurban konumundaki kişiyi kendi kendine hakaret edecek duruma getirmekle mümkün olabilir. Değil mi ya, hoşlandığım kişinin dış güzelliğe önem verdiği doğruysa, çok çirkin bir burna sahip olduğuma hayıflanıp bunu kafaya takmam da kaçınılmaz olur. İşi kendime hakaret etme noktasına vardırdığımdaysa bana hakaret eden kişi amacına ulaşmış olur.
Hedefini bulamamış, karşı tarafı acıtmaya kafi gelmemiş hakaret ise hakaret edenin kendine döner, onu acıtır. Elimizdeki hikaye, karşı tarafın duygularını manipüle etmeyi başaramayan küçük bir kız çocuğunun içinde kalan öfkeyi haklı çıkartmak için biz okuyucunun anlayışına sığınma çabasını konu eder. Maruz kalanın burun kıvırıp geçtiği, muhtemelen alay ettiği hakaretlerin saçtığı kötü enerji havada kaybolup gitmez, hakaret edenin kendisine geri döner. Hakaret etmeyi becerememiş olmak, bu bir de yüze vurulmuşsa, kişinin uğrayabileceği en büyük hakarete dönüşme riski taşır.
Yaş Farkının Yarattığı Eziklik
Bir çocuğu ergenliğin eşiğinden aşırtan, diğeriniyse eşiğin öte tarafında bırakan iki üç senelik yaş farkı, her ne kadar yetişkinlikte hiçbir önem taşımayacak olsa da, hayatın erken evrelerinde can alıcı konumdadır. Bu eşiği geçmiş ve karşı cinse başka bir gözle bakmaya başlamış olan Havva’yı erkeklerin kendisi için önemini belli belirsiz fark etmeye ancak başlamış olan anlatıcıdan ayıran birkaç senenin önemi söz konusudur bu noktada.

Anne evden gittiğinde Havva, evlerinin önüne gelip de şarkı söyleyen komşunun oğlu Recep’e el sallar gizliden gizliye. Aradaki bu flörtleşmeye ister istemez tanık olan anlatıcı ise nedenini tam olarak anlayamadığı bir kıskançlığa kapılır. O güne kadar anne-babanın ev içinde koyduğu kurallara uymadığı her durumda anlatıcı tarafından tahkir edilen Havva artık bu otorite alanının dışına çıkmış, kendisini evin dışında var edecek olan yeni bir değerler evreninin parçası olmaya doğru ilk adımlarını atmaya başlamıştır. Anlatıcının bunu belli belirsiz seziyor oluşu, “Gidip baktım arkasından. Mutfağa girmiş, pencereyi açmış el sallıyor utanmaz. Anneme söyleyeceğim ama. Görür gününü o,” derken yapmaya söz verdiği şeyin annesinde düşündüğü gibi bir aks-i seda yaratmayacağını de sezmiyor değildir. Tıpkı Havva’yla ilgili olarak dile getirdiği hakaretamiz ifadelerin bizim onayımızı da alamayacağını muğlak da olsa algılıyor olması gibi.
Hemen aşağıda yatak odasının kapalı kapısına kulağını dayayıp babanın annesine “Aç ağzını tüküreceğim” dediğini duyar anlatıcı. Baba daha sonra annesine bir güven testi yapmak istediğini söylemiş olsa da, küçük kız yatak odasında kendisinin henüz aşina olmadığı farklı türden bir deneyimin yaşandığını sezinler muhtemelen. Söz konusu deneyim alanı, Havva’nın bir süredir içine dahil olmaya başladığı yabancı bir dünyanın varlığını hissettirir ona.
Kısa Ömürlü Beddualar
Yerini bulmayan hakaretin yarattığı hayal kırıklığı etkisi, edilen bedduanın kısa düşmesinden kaynaklı gülünçlükte bulur tamamlayıcısını. Karadut lekesi yaptığı entarisini annesine gösteren Havva anlatıcının ahını almaktan kurtulamaz:
“İnşallah başına bir bela gelir de kurtuluruz. Allahım şunu öldür!”
Yaratıcıya ilişkin derin bir tefekküre dalması mümkün olmayan çocuk, onunla ilgili olarak kafasında oluşan imgeye bağlı kalmış olur böylelikle. Kendisine yalvardığı, tıpkı pek çok yetişkinin dualarının muhatabı olan tanrı gibi, onun mutlak olarak haklı olduğunu bilen, evreni onun için yaratan ve onu sonuna kadar koruyup gözetecek olan aşkın varlıktır. Anlatıcı için yaratılan evrenin periferinde duran Havva ise yaptığı en ufak bir hata karşılığında ölmeyi hak etmektedir doğal olarak.
Bir süre önce asmadan üzüm topladıktan sonra yanlışlıkla gaz lambasına basıp ayağını kesen Havva’nın aptal olduğunu düşünür anlatıcı. Babasının zahmete girip de onu hastaneye götürmesi üzerine öfkeyle karışık bir kıskançlığa kapılır. İstanbul’da bir süre hastanede kalacaklarını öğrenince yine şu çocukça lafları eder: “Bir ay rahatız. Keşke hiç gelmese bu Havva.”
Oysaki köyden gelmiş olan bu güçlü kız sadece anneye ev işlerinde yardım etmekle kalmaz, ayrıca onun sevgisini de kazanmış vaziyettedir. Babanın ara sıra yaptığı kızı köye geri gönderme teklifine karşı çıkan anne, bu anlamıyla kendi kızının kıskançlığını tetikleyen temel aktör olarak göze çarpar.
Kıskançlık, öfke, tehdit ve dedikodu… Anlatıcının Havva’yla arasındaki ilişkinin dışavurumları olarak karşımıza gelen bu silsile, Havva’nın hastalanmasıyla aniden kırılacaktır: “Havva üç gündür hasta. Evin içi leş gibi kokuyor.”
Bu cümle metnin dönüm noktasını teşkil edecek olsa da, Havva’nın hayatının tehlikede olduğunun henüz idrak edilmemiş olduğu bu dönemde anlatıcı arkadaşının hastalığını evin havasının bozulmuş olmasından duyduğu rahatsızlığı ifade etmek için bir bahane olarak kullanmaktan kaçınmaz. Havva, hastalık yüzünden acınası bir hale düştüğü şu durumda bile dedikodunun malzemesi olmaktan kurtulamaz.
Havva’yı kapatıldığı odada gözlemleme fırsatı bulan küçük kız, onun çektiği acıya tanıklık etse de kötücül tavrını değiştirmez:
“Çırpınıp duruyor. Kazık kadar kız ufalıvermiş. Ne oldu buna? Ama ölmez ki. Gene iyileşir. Bacağını keseceklermiş İstanbul’da. Keşke kesselerdi. Otururdu bir köşede hiç olmazsa.”
Havva’nın attığı her adım anlatıcının hareket alanını daraltsa, onu kendisini her daim ikinci planda bırakacak bir eylemle karşı karşıya getirse de, annenin hastanın ölmek üzere olduğunu söylemesinden itibaren anlatının duygusal atmosferi değişiverir. Artık anlatıcı da Havva için üzülmekte, onun ölmemesi için dua etmektedir. Yaklaşan ölüm anlatıcının söylemine bir olgunluk havası katmaya başlar.
Gerçekten de eve gelen doktorun babayla yaptığı konuşma esnasında takındığı düşünceli tavır yanısıra annenin kuytu köşelerde gözyaşı döküyor oluşu anlatıcının tavrını değiştirmesine yol açar. O artık Havva’nın hayatta kalması için elinden geleni ardına koymayacak duruma gelmiştir.

Alman filozof Martin Heidegger’in de onaylayacağı üzere insanı büyüten, olgunlaştıran ve kendine getiren ölümle ilgili olarak yaşadığı deneyimlerdir. Heidegger bunu kişinin kendi ölümüyle yüzleşmesi olarak düşünmüş olsa da, bu kadar küçük bir kız çocuğundan kendi ölümünü tefekkür etmesini beklemek ondan çok şey istemek olur.
Çocuğun büyümesini hızlandıran, onun yakındaki insanların ölümüne şahitlik etmesi olabilir.
Sonuç Niyetine Küçük Bir Eleştiri
Olaylar acıklı bir hal alıp da küçük anlatıcının tanıklıkları dramatik bir havaya bürünse de, yazar son olarak yazdığı ani ölüm sahnesiyle öyküye egemen olmuş olan ironik havaya geri dönmeyi tercih eder:
Doktor Havva’ya muhtemelen acılarını dindirmek için bir morfin iğnesi yapar. Ölümün kapıya dayandığının farkında olan herkes küçük kızı rahatlatmak için ona artık iyileştiğini, eski hayatına kaldığı yerden devam edebileceğini söylemektedir. Hatta anne çok kötü duruma düşmüş olan hastaya canının ne yemek istediği soracak kadar ileri gider:
“Annem Hava’nın yanına gitti, yatağına diz çöktü. ‘Kızım Havva, iyi misin evladım?’ dedi. ‘Bak, iyileştin artık. Canın bir şey istiyor mu? Ne pişireyim sana?’ Havva baştan bir şey demedi. Sonra gözlerini iri iri açtı, ‘Baklava’, dedi. Sonra da öldü.”
“Baklava” deyip aniden ölmek, kuşkusuz ki, metne ortasından itibaren egemen olmaya başlayan hüzünlü havayı tam tersine çevirecek, absürt bir etki yaratır. Yazar, onu bu hikayeyi yaratmaya sevk edecek olan ve kendisini çocuğun diline borçlu olduğumuz komik tondan vazgeçememiştir muhtemelen.
Normalde absürde yaslanan ironik bir anlatı sesi dramatik bir dönüş yapıp trajik bir tona dönüşmeye başlarsa, buradan gerisin geri ironiye dönmek pek uygun olmaz. Yetişkin ve aklı başında bir anlatıcı ise, eğer ki bu dönüşleri yapacak, önceden tutturmuş olduğu ironik tonunu değiştirecekse bu dönüşümden illaki bahsetme ihtiyacı duyar. Ama bizim küçük anlatıcı, dünyanın kendisine dayatmış olduğu imgeleri otomatik olarak yeniden üretmeye devam eder. Maruz kaldığı duygusal dönüşümü konu etmeye hiç yeltenmemiş oluşu, dünyayı algılarken kendi üzerine düşünme yeterliliğini geliştirememiş olmasındandır.
Başta da söylemiş olduğumuz gibi, bu öykünün yazılma amacı iki kız çocuk arasında olan biteni bunların biri gözünden anlatmak değildir. Yazarı böyle ilginç bir metni kaleme almaya iten temel neden, maruz kaldığı izlenimleri hiçbir surette işlemden geçirmeksizin dışa vurmanın nasıl bir söylem oluşturacağını görmektir. Dolayısıyla bu metnin başında ironik, ortadan sona kadar trajik ve son cümlede yine ironik bir tavırla karşı karşıya olunduğunu söylemenin herhangi bir anlamı yoktur. Sonuçta ironi de, trajik ton da dünyayla karşı karşıya olan öznenin aynı zamanda kendinin de farkında olduğunu gösteren söylemsel kiplerdir.
Başlangıçtan itibaren Havva’yı küçümsemek ama onun hastalığından bahsetmeye başladığı andan itibaren de duygusal bir tona geçmek, anlatıcı bir yetişkin olsa, mümkün değildir. Böyle bir durumda “Önceleri öyle düşünmüştüm ama hastalığın ortaya çıkışını takiben…” kalıbına uyan cümleler metne sirayet eden duygusal ton değişimini yumuşatmak üzere en az iki üç kez karşımıza çıkardı. Ama yukarıda da gösterdiğimiz gibi, anlatıcı Havva’yı kendi ana babasından ayrı düşüren koşulların farkında olmadığı gibi, kızı ölüme götüren hastalığın da tam olarak bilincinde olmadığını farklı şekillerde kanıtlamış vaziyettedir.
Dolayısıyla Havva’yı hasta edip öldürmek, anlatıcının bilinçsizliğini ortaya koyabilmek adına kullanılan bir kontrast öğesi olarak düşünülebilir. Ama bu denli sert bir temaya başvurmak Vüs’at O. Bener’in amaçladığı şeyi yapabilmesi için gerçekten gerekli midir? Havva’nın baklava isteyip hemen ardından ölmesi, yazarın büyük ihtimalle bir süre kararsız kalıp, daha sonra sorunun yükünden kurtulmak için aniden verdiği bir kararın neticesi olsa gerektir. Bunun yerine özledikleri ve önceki kararlarından dolayı pişman oldukları için bir gün memleketten çıkagelen ana baba kızları Havva’yı geri alsa, böyle bir son çocuk sesini kırılmaya uğramaksızın tüm öyküye hakim kılmak gibi bir avantaja sahip olabilirdi.
“Havva” yazılması zor bir hikayedir ve bildiğim kadarıyla bir benzeri yoktur. Vüs’at O. Bener’in böyle çetin bir işin altından kalkmaya çalışırken yaptığı bu hata, bundan sonrasında çocuğu çocukluktan çıkartmaksızın anlatının tek aktörü kılmaya yeltenecek başka yazarlara güzel bir ders olabilir.