“Diktatör” (Leylâ Erbil): Öykü İncelemesi vs.

Yazar: Emrah Günok | Felsefeci

Türk edebiyatının avangart yazarlarından Leylâ Erbil’in bir öykü derlemesi olarak 1961 yılında yayımlattığı ilk kitabı Hallaç’ta yer bulan en parlak anlatıdır bana göre “Diktatör”. İnsana soluk aldırmayan ve “Yatak”, “Bilinçli Eğinim I” ve “Bilinçli Eğinim II” gibi bilinç akışı tekniğini dahi yapıbozuma uğratan cesaret kırıcı öykülerden sonra, “Üç Arkadaş ya da Oyun”la birlikte kitaba tutunabilmemi sağlayan en önemli öykü konumundadır. Aile içi şiddetten kadının toplumsal konumuna kadar farklı sosyopolitik sorunlara parmak basmayı ihmal etmeyen bu öykünün beni özel olarak çeken yanı, Foucault’nun tabiriyle mikro-iktidar pratiklerinin devlet aygıtını zapturapt altına alan makro ölçekteki faşist yönetimlerle aynı paralelde yer aldığına dikkat çekiyor olmasıdır.

İçindekiler

Kayarak Giden Kadın

Hüsrev, bir akşamüzeri yolda karşılaştığı çocukluk arkadaşı Hıdır’ın ısrarlı davetine icabet edip o ve ailesiyle bir akşam yemeği yemeyi kabul eder. Bu amaçla arkadaşının peşine takılıp Hıdır’ın evine giden Hüsrev, adamın çocukları ve karısıyla tanıştığı ilk andan itibaren bu kararından ötürü büyük bir pişmanlık yaşayacaktır.

Gelenlere kapıyı açan Hıdır’ın eşi Zilşan’da Hüsrev’in dikkatini çeken ilk şey, kadının bir yerden bir yere kayarak gidiyor oluşudur. Bir masa etrafında kurulmuş dost toplantısında su isteyen arkadaşın önüne bardağı tak diye bırakmaktansa masa üstünde kaydırarak iletme jestine benzer bir kayıştır bahsini etmekte olduğumuz. Tek farkla ki, ilk örnekte bardağın kaydırılması bir özen ve yumuşaklık hissiyatı yaratırken, kadının kayarak yer değiştirmesi onun ürkekliğini açığa vurur. Kadın açıkça korkmaktadır kocasından.

Daha sonra ev içi görev dağılımının (sorumluluk paylaşımının değil) bir parçası olarak yemek yapmak için mutfağa, dinlenecek müziği ayarlamak üzere radyo başına gönderilen kadın yürümemekte, adeta boşlukta kaymaktadır. Evin yasasını koyan erkek, verdiği emrin uygulayıcısını uygulama esnasında dahi kendi küçük kararlarını verirken görmeye tahammül edemeyecekmiş gibidir. Zilşan emre itaat etmek üzere yürüyecek olsa, attığı her adımın kendi iradesine bağlı olduğunu ilan ediyor görünmekten imtina etmektedir sanki. Kayması tam da bu yüzdendir.

Evet, kararlı bir şekilde yürümek diye bir şey vardır. Buna mukabil, kararlı bir şekilde kaymaktan bahsetmek abesle iştigalden öteye geçmez. Diğer bir deyişle, yürümek bir eylemdir ve aktif oluşu ifade eder. Kaymaksa bir etkinin hiçbir direnç görmeksizin bir sonuç üretmesiyle ilgilidir. Suya, suyun yüzeyine mümkün olduğunca paralel durularak fırlatılan yassı bir taş dibe batmaksızın seke seke ilerler. Duran bilardo topu kendisine çarpan başka bir bilardo topunun etkisiyle çuha üzerinde kaymaya başlar.

Bilardo topu ve yassı taş nasıl ki kendilerini harekete geçiren kuvvete boyun eğmekten başka bir şey yapmıyorlardır, kayarak giden kadının da kendisini harekete geçiren adamın emirlerini yorumlamak gibi bir durumu yoktur. Kadın, üzerindeki etkiye otomatik olarak tepki veren pasif bir varoluşun icracısı görünümündedir.

Kayıyor olma, pişirdiği yemeği servis ederken, istenilen yayını bulmak için radyoyu kurcalarken ve masada oturup yemek yerken kadının büründüğü görünmezliğin yürümedeki yansımasından başka bir şey değildir. Kadının görünmezliği ve kayışı, adamın evin her köşesine sinmiş kocaman iradesinin gölgesinde kalıp yokluğa karışmış olan kendi zayıflatılmış iradesinin bir alegorisi olarak yorumlanabilir.

Faşist İradenin Sinsiliği Olarak Yasanın Aşkınlığı

Evdeki mutluluk atmosferini aile içi işbölümüyle açıklar Hıdır Hüsrev’e. Oysaki berikinin ortada herhangi bir mutluluk kırıntısı gördüğü su götürür. Kendi iradesini ailenin kalanına fütursuzca dayatır görünen babanın ev içinde kurmayı başardığı monarşik düzen her türlü saadet imkanını ortadan kaldırmış görünür misafire. Ana karakter kıvamındaki Hüsrev’e bu öncelikli konumu sağlayan, en azından hikayenin bu noktasına kadar, ifa ettiği eylemler değil, maruz kaldığı ortamdan devşirdiği izlenimlerdir. Öykünün varlık nedenini içinde geçen olaylarda değil, bu olayların baş kişide bıraktığı intibada aramak gerekir çünkü. Maruz kalanın aktörlüğüdür burada söz konusu olan.

Benzer şekilde, babanın dediğim dedik tavrında özetlenmesi mümkün olmayan, çok daha incelikli bir dikta rejiminden bahsetmek gerekir bu anlatıda. Baba kendi mutlak iradesini verdiği emirler üzerinden değil, evin doğal yasası olarak tasvir ettiği ve kendisinin de tabi olduğunu tekrarlamaktan çekinmediği bir takım zorunluluklar üzerinden temellendirme yolunu tutar. Yavaş yavaş anlarız ki, kadının kayması, çocukların put gibi oturması ve yemeğin belli bir saatte yenmesi babanın kaprisiyle değil, tarafsız ve aşkın yasanın mutlak buyruğuyla açıklanır bu mikro evrende. Diktatör, aşkınsal konuma taşınmış yasa sayesinde diktatörlüğünü doğallaştırmayı başarmıştır.

Ama bu küçük evrenin işleyiş düzenini anlamlandırmak bu çözümlemeyle tüketilebilecek gibi değildir. Muktedir, iktidarını perçinlemek üzere şeytanın dahi aklına gelmeyecek bir yöntem geliştirmiş, kendiliğinden peydah olmuş görünen mutlak yasanın hükmüne kendini de tabi kılmaktan geri durmamıştır. Misafir konumundaki arkadaşıyla konuşmaya dalmışken çocuklarının oyun saatini kaçıran Hüsrev, onların vaktinden çalmış olduğunu söyleyerek paniğe kapılır. Bu paniğin yarattığı olağandışılık ve abartı izlenimini Hüsrev’e açıklamak üzere yine ev içinde geçerli olan mutlak yasaya değinir Hıdır. Çocuklarının oyun saatini atlaması halinde geçen her dakikanın cezasını babalarına kesebilecektir çocuklar. Hatta o kadar ileri gidebilirler ki, babalarını öldürme kararı vermeleri halinde dahi onları durdurabilecek ikinci bir yasanın varlığından bahsedilemez.

Dikta yönetimi altında inim inim inliyor olsa da sandık başında lideri değiştirebileceğine inandırılmış olan halkın aldanışından pay almaktır çocuklara tanınan bu hak. Söz konusu ölüm, yaptırımların en ağırı olarak iktidar devrine karşılık geliyorsa, çocukların, yani halkın böyle bir umuda tutunarak yaşaması ancak diktatörün siyasi ömrüne ömür katar. İsyan duygusuyla dolması kaçınılmaz olan yönetilenlerin gazını çıkartmayan diktatör, kurduğu istibdat rejimini mükemmelliğe ulaştırıp bâki kılamaz ne de olsa.

Diktatörün Mazoşizmi

Yasa mutlaktır, yani koşulsuzca herkes için geçerlidir. Ama yasama iradesi bütünüyle babada toplanmış gibidir. Yürütme boyutunda ortaya çıkan diktatörlük görüntüsünün altında yasama iradesinin bütünüyle babaya devredilmiş olması yatar. Aşkın yasa illüzyonu, yasayı yapanın baba olduğunu saklamaya yarar.

Ama bu mutlak otorite doğal olarak fazla gelir insana, bir diktatör de olsa. Hüsrev gün boyunca ezdiği karısından terlikle dayak yer geceleri uyumadan önce. Hikayenin ortalarında Hüsrev’in Hıdır’ı merkeze alan çocukluk anılarını aklından geçirmesiyle aydınlanır bu mazoşist sahnenin yarattığı gizem. Şiddeti ev içi bir yönetimin başat aracı haline getiren Hüsrev’in çocukluğu, üvey anneden sık sık terlikle yediği dayakların acı anılarıyla doludur. Arkadaşları bu işkence sahnelerine ve Hıdır’ın babasının dayakçı üvey anneye bu konuda verdiği tavizlere tanıklık etmişlerdir ne yazık ki. Çocuğun ruhunu bütünüyle biçimlendirmiş olan şiddet onu bugün şiddet uygulayan bir figüre dönüştürmüştür dönüştürmesine, ama bugün karısından dayak yeme ihtiyacı duyuyor oluşunu açıklayacak olan, kurbanın uğradığı şiddete müptela olmuş olmasıdır.

Evet, şiddet görmek, onu uygulamak kadar büyük bir ihtiyaç haline gelmiştir bu örselenmiş ruhta. Dolayısıyla sadece sadizm ve mazoşizmden değil, sadomazoşizmden bahsetmek gerekir Hıdır’ın psikolojisini tahlil etmekte olduğumuz şu sırada. Mazoşizm, dışarıdan gelecek şiddete duyulacak açlığı belirttiği için eksi, sadizm dışarıya uygulanacak şiddet birikimiyle örtüştüğü için artı nicelik olarak tasavvur edilecekse, sadomazoşizmi mutlak değer olarak düşünmek yerinde olur. Onu başkası üzerinde tatbik etmenin verdiği zevk, uğranılan şiddetin yaratacağı acının verdiği zevkle aynı kefeye konulabilir; önemli olan şiddetin miktarıdır.

Karısından dayak yemeyi talep ettiğinde Hüsrev’in kafasında başka bir şey daha vardır: Onda kendisine karşı biriken öfkenin bir kısmını zararsız bir şekilde boşaltmak, bu sayede de çocukların anneyle işbirliği yaparak kendisini devirmelerinin önüne geçmek. Diktatörü her daim titreten darbe ihtimalini sıfırlayacak olan, darbeyi gerçekleştirme potansiyeli taşıyan aktörün (annenin) öfkesini kendi cinsel fantezi ortamında azar azar deşarj etmektir.

Ama bu bile müstebitin paranoyasını teskin etmeye kafi gelmez.

Biriken Öfkeye Yön Değiştirtmek

Bu öykü boyunca dikkat edilmesi gereken şey, yasanın ev ahalisinin ortak iradesi değil de babanın keyfine göre yapılmış olmasıdır. Yasa yapma yetkisini kendinde toplamış olmak, sahip olunan doğal gücün hukukî bir hakka dönüştürülmediğini, kaba kuvvet olarak kaldığını gösterir. Demokratik toplum kendi anayasasını yine kendi içinde yaptığı özgür fikir alışverişi sonucunda üretmeyi başaran toplumdur ne de olsa.

Şimdi soru şudur: Yasanın ortak bir müzakere sonucunda ortaya çıkmaktan çok bir kişinin keyfine göre üretilmesinden kaynaklı öfke birikimi nereye kanalize edilecek, hangi kanaldan boşaltılacaktır ki, diktatörün iradesi tehdit altında olmaktan kurtulabilsin? Muhalefetin muktedir tarafından önceden belirlenmiş alanda ve belli sınırlar içinde kendisine şiddet uygulamasına izin vermek, yukarda da değinmiş olduğum gibi, babanın kullandığı etkili bir yöntemdir. Ama halkın öfkesini yatıştırmak için nasıl bir taktiğe başvurulacaktır? Leylâ Erbil öykü dahilinde bu soruyu da yanıtlamadan geçmez.

Misafirden dolayı biraz gecikmeyle de olsa kendilerine oyun saatinin geldiği bildirilen çocukların yaptığı ilk şey birbirlerinin üstüne atılmak olur. Boğuşmalarından taşan şiddet Hüsrev’in dehşete kapılmasına yol açacak düzeydedir. Büyük küçüğün boğazını sıkar, onu nefessiz bırakır. Diğerlerinin onları seyrettiklerini fark ettiği ilk anda da yüzüstü yatmakta olan küçüğün beli üzerinde zıplamaya başlar. Onlarla gurur duyduğu her halinden belli olan baba kavga edenleri ayırmıyor oluşunu, bu tip bir müdahalenin kızlara kendini cezalandırma hakkı vereceğini söyleyerek açıklar. Bu bir oyundur ve ne kadar vahşet saçıyor olsalar da, kızlar ne yaptıklarını bilecek kadar akıllıdırlar.

Bunun tek bir açıklaması vardır. Yasamaya katılamayan, dolayısıyla yürütmeye de etki etmekte aciz kalan halk kolaylıkla birbirine düşecek hale gelir. Diktatörün yönetimi altında yaşayan ve kendi hayatlarını biçimlendirme umudunu tamamen kaybetmiş olan siviller, buradan kaynaklı öfkeyi birbirleri üstüne kusarlar. Dikta yönetimine can suyu sağlamakta anne figürüyle temsil edilen etkisiz muhalefet kadar, boğuşan çocuklarla temsil edilen iç çatışmaya düşmüş halk da etkilidir. Diktatör açısından iç savaş en az göstermelik sandık kadar işlevsel olan bir yönetim aracıdır.

Kurtuluşu Yeni Bir Diktatörde Aramak

Hıdır, karısını kendi getirdiği misafirden kıskanacağının ilk işaretlerini daha öykünün başında verir. Gözü Zilşan’ın Hüsrev’le selamlaşmak üzere uzattığı elinin adamın avucuyla buluşmasına takılı kalır. Yemek esnasında misafire biraz daha pilav pişirmesi için karısını mutfağa gönderdiğinde ise genç adamın şiddetli itirazıyla karşılaşır. Çocukluğundan beri pilava ne kadar düşkün olduğunu bildiğime göre, diye düşünür Hıdır, Hüsrev’in Zilşan’ı sofrada tutma yönünde sarf ettiği gayret ancak onun kadına yönelik erotik ilgisiyle açıklanabilir.

Leylâ Erbil bu öyküde karakterleri üçüncü tekil şahısla göstermiş, kendini üst anlatıcı konumuna yerleştirmiş olsa da, italikle yazılan dört pasaj kahramanların iç sesini duyurmaya hizmet eder. İlk iki pasaj, çocuklukları esnasında Hıdır’ın üvey annenin gazabına uğradığı anları hatırlayan Hüsrev’in iç sesine aitken, kalan iki pasaj karısını Hüsrev’den kıskanan Hıdır’ın aklından geçenleri dışa vurur. Öykü boyunca olan biteni normal bir dille ifade eden yazar, bilinç akışına yer verdiği pasajlarda söz dizimini bozar. Söz diziminin bozulmuş olması, bilinç akışıyla öne çıkartılan karakterin kıskançlık ya da öfke gibi bir duygunun şiddetli baskısı altında olduğunu açığa vurur. Leylâ Erbil’in iç konuşma sırasını o an için diğerlerine göre daha şiddetli bir duygunun etkisi altında olan karaktere vermiş olduğuna dikkat etmek gerekir.

Öykünün sonunda Hüsrev oteline dönmektense Hıdırların evinde kalmaya ikna edilir. Onu karısından kıskanmış olduğu gözönüne alındığında, Hıdır’ın misafirine yatıya kalması yönünde yaptığı baskıyı yorumlayabilmek daha bir önemli hale gelir. Kızların Hüsrev’e yaptığı açıklamadan öğreniriz ki, babaları sık sık eve misafir getirmekte, onların Zilşan’ı elde edip kendi yerini alıp alamayacaklarını anlamaya çalışmaktadır. Paranoyak diktatörün bulduğu çözüm rakibini kendi sahasında savaşa davet etmek, burada kazanacağı bir galibiyet sonucunda da iktidarını pekiştirmektir.

Diğer yandan, kızların can sıkıntısından kurtulmalarını sağlayacak tek eğlencenin de yabancıyla babanın girdiği savaşı seyretmek olduğunu anlarız. Diktatörün yerini alacak başka bir diktatöre sorgusuz sualsiz umut bağlama durumuna gelmiş olan ezilen halkın çaresizliğini akla getirir onların bu beyanı. Dikkatini iktidarın değişme ihtimali haricindeki herhangi bir konuya yönelmekte aciz kalmış halkın acıklı durumu, dikkatini kendi oynayacakları oyunlardansa gelen misafire yönelten çocukların bu garip davranışında temsil edilir bu öyküde.

“Zaten Bize Kimse İki Kere Gelmez”

Bir diktatörden kurtulma umudu, bir yenisinin gelişine yönelik hastalıklı bir iştiyakı besler çoklukla. Demokrasinin ve halk iradesinin esamisi okunmayan bu dikta rejiminde Zilşan Hüsrev’e yasa yapıcının baba ve çocuklar olduğunu, sözde parlamentoda yasamaya katılmış olması gereken muhalefet partisi olarak kendisinin bu sürece iştirak etme şansına sahip olmadığını itiraf eder. Kendi ortak iradesini siyasal hak haline getirme sorumluluğunun bilincine varamamış, diktatör tarafından şımartılarak ahlaki çürümeye maruz kalmış bir kitle ile kendi kişisel kaprislerine aşkın yasa görüntüsü vermekte tereddüt etmeyen diktatörün güç istenci ittifak kurmuştur bu evde.

Halkın özlemi daha adil ve daha mutlu bir ev ortamı değil, kendilerini daha çok şımartacak yeni bir diktatörün çıkagelmesidir. Bu eve bir gelen bir kez daha gelmez derken çocukların kastettiği şey, misafirin babanın ezici varlığı altında bir kez yok olduktan sonra bir daha uğramayacak oluşudur. Öyle ya, gelen o evin sınırları içinde memnuniyet duyacağı bir ortamı ancak anneye sahip olup babanın iktidarına son vererek husule getirebilir.

Kendinden taşan mutluluğu dışarıyla paylaşan şenlikli bir ortama dönüşememiş, bu anlamıyla da kasvetli ve yalnız bir evdir burası. Nuri Bilge Ceylan’ın 2008’de Cannes’daki ödül töreninde Türkiye’yi tasvir etmek için kullandığı “yalnız ve güzel ülkem” ifadesini akla getirir hikayenin sonuna denk gelen çocukların bu tespiti: “Zaten bize kimse iki kere gelmez.”

Ahlaki çöküş ve çürüme içe kapanma gerektirir. İçe kapanma ise dışarıya karşı bir çekingenlik ve nefret. Sadece dışarıya karşı yabancılaşırken, aynı anda kendinden de nefret eden bir halk sunabilir diktatöre onu besleyecek olan zehirli gıdayı.

Bu öykü, diktatör ile halkı arasına döşenmiş olan ve içinden bu zehirli gıdanın aktığı politik kanalı tasvir eden alegorik bir anlatıdır. Leylâ Erbil’i direkt olarak bugüne taşır.

Yazar Hakkında:

Emrah Günok

Çileli bir öğrencilik döneminin ardından, 1999 yılında Hacettepe Üniversitesi Maden Muhendisliği bölümünden mezun oldum. Mezuniyeti takiben, 2000 yılında ODTÜ felsefe bölümüne kaydolup, bu bölümden yüksek lisans ve doktora diploması aldım. 2012, yardımcı doçent olarak atandığım Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi'nde göreve basladığım sene oldu. Burada 5 yıl kadar görev yapıp, 2016 yılinda imzaladığım barış bildirisi gerekçe gösterilerek işimden atıldım. Hali hazırda sokak felsefecisi olarak yaşıyor, diğer yandan da görevime döneceğim günü bekliyorum. Evliyim ve Elif Nazlı' nın babasıyım.

Paylaş

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir